12 Kasım 2010 Cuma

Madem Konserler dedik, konserlerle devam edelim.

İki hafta önce Gripin Konserine gittim. Daha doğrusu her zamanki gibi, ben gitmedim, onlar bize geldiler, bize ise koltuklarımıza yerleşip, arkamıza yaslanıp, gözlerimizi kapatıp kendimizi müziğin ritmine bırakmamız kaldı. Hemen hemen bütün konserlere gittim SGM'deki bazıları çok yavandı, çok basit ve çok ucuzdu, bu tür konserlerden sonra sevdiğimi sandığım sanatçılara da arama mesafe koydum. Benim için yaşamda önemli bişey varsa o da samimiyettir, samimiyetten yoksun bu sanatçı dostlarımızı da müzik listemden çıkarmak hiç zor olmadı ( bknz: Feridun Düzağaç ). Ama bazıları oldu ki, bazı anlar oldu ki, beni sessizce ağlattı, bazıları oldu ki beni hıçkıra hıçkıra ağlattı, bazıları bangır bangır güldürdü, bazıları aşka tekrar inandırdı. Tüm bu güzel anılar içerisinden bahsetmek istediğim 3 konser var aklımda (bir tanesi hakkında dün konuştum, Bülent Ortaçgil ) geri kalan ikisi ise Ezginin Günlüğü ve Gripin.

Gripin dinliyorum şu an Fizy dene erdavattan. Hatırlıyorum ilk şarkılarını duyduğum zaman ÖSS hazırlıkları içinde idik, aylardan bahardı ve ben elimde kitaplarla Beyazıt'taki yurduma gidiyordum kendimi ders çalışmaya kapatmak için. Yurdun kapısına gelince sırf biraz daha oyalanmak adına köşedeki "Kardeşler Market"e gidiyor, alabildiğim kadar çok Milka Üç Tat alıyordum. Kulağımda bangır bangır Gripin çalıyordu : "Söyle kaç yaşındasın, dertlerin başındasın, isitisnasız her an geçmişi özlüyorsan..."

Düşünüyordum özleyecek hiçbirşey yoktu ki geçmişimde, geçmiş diye bişey yoktu, gelecek vardı, umut vardı. İşte bir iki aya kadar biticekti tüm bu sınav meselesi ve iyi kötü bir yerlere giricektim. Giricekti. Belki aynı okulda olacaktık. 3 sınıfa gelicektik, beraber büyüyecektik, beraber Erasmus'a gidecektik, 4. sınıfa gelicektik, sözlenecektik (!). Acaba baloda hangi elbiseyi her seydim ki, ya da saçlarımı salık mı bıraksaydım ya da toplasa mıydı. Salık bırakmalıydım çünkü o saçlarımın rüzgarla dalgalanmasını seyretmeyi severdi. Şimdi neresindeyim hayatım. 3. sınıftayım, tek başıma büyüdüm ya da büyüyemedim, hep biraz çocuk kaldım, Erasmus'a gidiyorum ve gitmek burda kal diyen hiçkimsem yok, herkes iyi dileklerini paket yapıp yanıma veriyor, saçlarım her zamanki gibi yine upuzun ve düz, su gibi sakin artık, ellerim kayıp gidiyor saçlarımın arasından, eski deli dolu dalgalı hali yok halimin, hayatım gibi saçlarımı da dümdüz yaptım. Kulaklığımda aynı melodi " İstisnasız her an geçmişi özlüyorsan" bu sefer yürekten eşlik edebiliyorum ve hissederek.

Bakıyorum sahneye, yine her zamanki gibi gözlerimi ayırmadan, orda duruyor işte Kayi, kalabalık arasında, sanki varmış gibi, sanki yokmuş gibi, kendini herkesten gizlemek istermiş gibi, kendini herkese göstermek de istermiş gibi başı dimdik duruyor işte orda. Aslında yok ama görebiliyorum işte onu.

Bencil, ruhsuz ve boş gözlerle 
Karşımdasın yabancı halinle 
Bu ilk değil ama daha önce 
Bu son demen bu kadar koymamıştı niye 

Terkederken yanına al kara kaplı defterini 
Akıtırsın kaleminden son sözünü iki yüzünü 

Her nereye gidersen 
Kendinle yüzleşirken kimse duymaz yalan söyle 
Terkettiğin şehirler yarım kalmış şiirler 
Sustukların büyür içinde 



biliyorum aslında o da mutsuz evrenin bir yerinde bir şekilde. O yüzden diyorum içimden sahnenin önünde duran alkış tutan Kayi bu şarkı sana gelsin. Hayatta beni en çok üzebilecek ve mutlu edebilecek insan.


Neden durur masanın üstünde
Bomboş bir kağıt sevdiğin kalemle
Erken gelmeseydim
Yazacakmıydın üstüne
Bıraktığım yerde ama mutlu kal diye 



............



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Blogda Ara