31 Ağustos 2010 Salı


İçim huzurla doluyor böyle anlarda, mutluluk fazla geliyor bedenime boğazıma baskı yapıyor, gözlerimi yaşartıyor, kalbim sanki bir ip yardımı ile vücudum içinde bungi- jumping yapıyor.

Işıklar kapalı...
Gözlerimi yarı kapalı yarı açık, odamın tüm camları açık, içeri serin hava akımı özgürce girip, çıkıyor ve ben izin veriyorum rüzgarın bedenimi ele geçirmesine ve beni serin bir kumsala, ateş başına götürmesine...

Elimde bir kitap, eski günlerden kalma, çok sevdgım bır kıtap: Küçük Prens....Ateş başında Estralla Morante en güzel şarkısını söylüyor. Sesi ateşle birlikte dans ediyor. Ateş sarmalıyor sesini, sesi yoğuruyor ateşi ve ahenk içinde dans ediyorlar yörüngelerimde. Rüzgar üfürüyor ateşi, Estralla heyecanlanıyor böyle anlarda daha da sıkı tutunuyor ateşe ve daha hızlı söyliyor şarkısını, sonra dinginleşiyorlar, enstrümanlar ve dalga sesi, rüzgarn sesi birbirine karışıyor ve Prensim, Küçük Prensim çıkıp bna gezegeminimizi tekrar be tekrar anlatıyo.

Ben hiç büyüyememiş çocuk, bir kez daha inandırıyorum kendimi masallara...Başım dönüyor, içmeden sarhoşluk bu olsa gerek, küçük prens ellerimden tutuyor ve beni Astex'e götürüyor. Ben hiç büyüyememiş çocuk, bir kez daha teslim ediyorum kendime masallara, masalların yumuşaklığına....

İyi kı varsın Zambra
İyi ki varsın Küçük Prens
iyi ki varsın ...

30 Ağustos 2010 Pazartesi

anlamaya çalışmak

Anlamaya çalışmak geleceği...
Sakin sakin oturan bir kedi, birden yerinden fırlar ve amaçsız bir şekilde 10 metre koştuktan sonra aniden tekrar oturur ve hiçbirşey olmamış gibi çevreyi izlemeye başlar ya.. işte neden böyl yaptığını anlayabilmek gibidir...

Ayakkabıların, sessiz,kimsesiz bir sokakta çıkardığı sesleri seviyorum. Tak- tuk..

Tak- tuk....

Takur- Tukur...


Bir yerlere yetişme telaşesinden sıyrılmış fütursuzca alınan yol, köşe başlarında karşılaşılması muhtemel tehlikelere göre artan azalan ritim.. ritme eşlik eden kalp atışları...



Düşüncelere dalan bir beyin ve sağ ayağın sol ayağı geçmesine, sonra sol ayağın sağdan intikam almasına tanık olan bir çift göz, ıslak bir sokak, takunyalar, ve ıslak sokağı aydınltan yalnız bir gece lambası, serin bir hava, arnavut kaldırım ve bir ben .....



Takur- takur- takur- tuku takır- tokur .....
en güzel şarkıyı mırıldanıyor ve ben konusuyorum kendı kendıme



" Yağmur yağar kente, şemsiyeler insnları korur, sokakları korumaz. Yanıp sönen ısıklarıyla tek başına, yalnız kalır sokaklar. Sokaklar bilmez ama insanların içi üşür....


....


Ruhumun dışarlarda bir yerlerde gezinmesine rağmen, burnum cama yaslanıyor. Gerçek hayatla aramdaki şeffaflığı geçemiyorum bir türlü. Oysa camın hemen arkası ruhumun cirit attığı sokaklar... ruhum ayakkabılarını sokaklara sürterek sesler çıkarıyor ve beni daha da çok kışkırtıyor. Burnumu daha da fazla cama yaslamamın bir faydası yok, çünkü tek görebildiğim cama yansıyan yüzüm, kendimden uzaklaşmaya çalıştıkça, yakalandığım yine kendim.
Gözlerime hiç bu kdar yakın bakmışmıydın sen hiç_?
Ben baktım kendi gözlerime.. Gördüğüm , köşe başındaki yorgun sokak lambasının ışıkları idi.. Bir gece yarısı idi, hava soğuktu, çıplak ayaklarıma terlik giymeden, dağınık saçlarımı toplamadan camı açtım, içeri öbek öbek kar doldu, oksijeni bol hava uyuyon hücrelerimi kendine getirmeye çalışırken, saçlarım esen rüzgar ile daha da birbirine karıştı. Baktım, sokak kapkaranlıktı, köşedeki sokak lambası yine boynunu bükmüştü, etrafı aydınlatmaya mecali kalmayan yorgun direğin kendisine bile faydası yoktu artık, mırıldanıyordu sadece "good by my love good bye, l 'll always be true....."

Gökyüzünde danslar edip, süzülüp yere düşen bir kar tanesini kestirdim gözüme ve sessiz yolculuğna tanık olmaya davet ettim. Kar tanesi gökyüzünden aşağı iniyor, bakışlarımı da onunla birlikte aşağı çekiyordu. Neden sonra kar tanesi geldi, dalgalı saçlı bir kızın saçlarında kondu, gözlerinde eriyip gözyaşı olup çocuğun saçlarına karışıverdi. Çocuğun yüzü gözükmüyordu. Sessizlik, sessizlikten öte Lal olmuş, çocukla ile vedalaşıyordu... Sokak lambası onlara eşlik ediyordu:

hear the wind sings a sad old song
it knows i´m leaving you today
please don´t cry
oh my heart will break
when i´ll go on my way
goodbye my love goodbye
goodbye and aur
iviri hope that you remember me
i´ll never be too far
goodbye my love goodbyei always will be true
so hold me in your dreams til i
come back to you
see the stars in the skies above
they´ll shine wherever i may roam
i will pray every lonely night
that soon they´ll guide me homegoodbye.....
Sonra ayakkabı sesleri duyuldu, tak tuk tak tuk.....

Fütursuzca...Umursamaz, yorgun ama bir o kadar güçlü... Kız camı kapattı, burnunu camdan çekti, nefesi ile buğulandırdığı cama yazdı : Kayi... üşüyen ayaklarına terlik giymeden, dağılan ve kar taneleri ile ıslanan saçlarını düzeltme gereği duymadan sıcacık yatağın merhametine bıraktı kendini...

Ayakkabı sesleri hızlandı. Takur- tukur- takur-tukur- takır ve tukur- tak- tuk

kız ile çocuk bir hayal oldu, ayakkabı sesleri eşliğinde kayboldu..

Geriye kalan , tüm bu olayların şahidi , yorgun sokak lambası
kaldığı yerden devam etti şarkısına ayakkabı sesleri tam önünden geçerken:

so hold me in your dreams till l come to you...



27 Ağustos 2010 Cuma

Açaydım kollarımı gitme diyeydim :/

vallahi anlatmazsam çatlayacağım.
Daha bu sabah kestim onu .. o kadar emindim ki benim olacağından, her gün aynı yerde, aynı saatte, aynı şekilde göz kırpıyordu bana.
Gidecektim yanına, alacaktım yanıma, Ha bugün ha yarın ....

"Bekle beni" dedim, "beklerim seni, ama ya gelirlerse karşı koyamam ki "
"Merak etme" dedim kimse gelmez, kimse seni benim seni gördüğüm gözle göremez..
Her gün iki kere aynı anları paylaştık onunla, yepyeniydi, çok güzeldi...

Günler geçti ve ben onun yanına gidemedim, otobüsten inemedim, bir sonraki otobüs indi bindisi yapmayı göze alamadım..

Sabah gördüm, akşama gelirken dedim, şimdi istesem de sabahın bu saatinde seni bana vermezler..
peki dedi, zaten hiçbir zaman itiraz etmemişti ki bana
akşam oldu, çok yorgunum, beni bu halde görmeni istemiyorm, az sabret, haftasonu gelicem yanına dedim.
Haftasonu geldi, müzeye gitmeyi tercih ettim..

Onu sevmiyor muydum _? Seviyordum
Onu istemiyor muydum _? Deliler gibi istiyordum
Benim olmalıydı... benim olacaktı.... aslında zaten hep benimdi... bana ayrılmıştı Allh tarafından, sadece benim onu gidip, almam gerekiyordu...
Gitmedim..
Hüseyin ÇAğlayan'a gittim, arkadaşlarımla iftara gittim, Pera'ya Moda'ya gittim ama onun yanına gidemedim..
Hani insan sahibiytine kesin gözüyle baktığı şeyleri hep bir plan arkada tutar ya, aynı insan yanılgısına düştüm...

Bu akşam, gelirken...... Oysa ipod'umu şarj etmiş ve son günlerde dinlediğim tüm şarkıları güncellemiş ve her zamanki yerime oturmamıştım. En sevdiğim küpelerimi takmıştım. Baktım onun önünden geçerken, hep aynı güzel, büyüleyici bakışlarını istedim. " Benim olacaksın" demek istedim"

Ama yoktu, gitmişti, umarsızlığıma, takmazlığıma isyan edip gitmişti. Almışlardı canım güzelim beyaz elbisemi...

Açaydım Kollarımı gitme diyeydim...

Bari bir kere üzerimde göreydim....

Vereydim parasını evime götüreydim ....

Ellerin oldu buna yürek nasıl dayanır.....



///// Çok saçmalarım biliyorum ama canım üzüm yiyip deli gibi saçmalamak istiyor ffflbfgkbgnmghşmpomökn opk ırtpohkrtpoh ğırtopkh po /////




http://www.dailymotion.com/video/x8h50z_rober-hatemo-beyaz-ve-sen_music


26 Ağustos 2010 Perşembe

Mutluluk en güzeli değil midir, sorgusuzca kabul edilenlerin..


Hoşgeldin..


Sebebini, anlamını bilemediğim, bilmek de istemediğim cıvıl cıvıl, fıkır fıkır, kıpır kıpır mutluluk....


İyi ki geldin...


Bir sabah ( bu sabah =) ) uyandım yüzümde aptal bir gülümseme ile. Rüyamda ne mi gördüm _? Üzerime deli gibi yağmur yağıyordu, ben eteklerimi savurup saçlarımı sallıyor ordan oraya koşturuyordum bir sokakta, neden sonra bir kadının kucağında hayatımda gördüğüm en güzel, en şirin erkek çocuğunu gördüm, gülümsedi bana sonra, utandı ve yüzünü annesi olduğunu düşündüğüm kadının bağrına bastı usulca. Ben de gülümsedim, göbeğini okşadım tatlı şeyin, annesine bişeyler söyliyip, yağmurda koşturmaya devam ettim..

Her sabah yollarda staja gitmeye çalıştığım o saatlerde bu sabah rüyalar görüyordum, herhalde ondandır ki , rüyamda da otobüsler geldi geçti önümden, vapurlar kalkış düdüklerini öttürdü. Binmedim hiçbirine, takmadım bile, yüzümde sabah kalktığımda ayna gördüğüm o aptal gülümsenin aynısını edinerek yağmurda saçlarımı ıslata ıslata eteklerimi savura savura, etrafıma su şıçrata sıçrata koştum durdum. Üşümek mi, hayır, üşümedim ki, yağmuru parmak uçlarımda hissettim..damlaların parmaklarımdan avuçlarıma doğru kayıp gitmesine izin verdim ve sonra avuçlarımdan süzülmesine ...


Bu mutluluğu yağmura borçluyum ewet, ewet. Üzerime yağan mutluluk yağmuruydu, huzurun diğer adıydı. Sormadım neden geldin, nerden geldin, kimden geldin diye, sadece kabul ettim yüzümdeki aptal gülümseme ile. Sorgularsam diğer soruları da getirecekti çünkü beraberinde.

mutluluk en güzeli değil midir, sorgusuzca kabul edilenlerin.


Oturuyorum şimdi ve "cherry blossom girl"ü dinliyor, yağmuru hissediyorum bedenimde sonra "to let myself go" ile koşuyorum sonsuzluğa doğru ve " Bir sana bir bana" diyor Babazula ve o küçük güzel erkek çocuk bana gülümsedikten sonra annemsinin bağrına gömüyor kumral saçlarını..


O kadar güzel bir şey ki, koşulsuz, herhangi bir sebebe bağlanmayan mutluluk o kadar güzel ve o kadar bana ait ki.. Diğer mutluluğu da severiz tabi ama onda yok mudur başkalarına pay biçme hikayesi.. "Bugün benim için dolma yapmıştı, çok mutlu oldum" demek güzeldir elbette, ama "Bugün çok mutluyum, neden mi, sebebini bilmiyorum ki _?" diyebilmenin keyfi bir başkadır. Hani nargileyi uzun bi aradan sonra ilk defa içtikten sonra hafif hafif başını döndürür ve sen sarhoşluk ile uyanıklık arasında gidip gelirsin ya, işte öyle teklifsiz bi duygu bu incecik bir çizgi üzerinde yürüyebilen.


Ben gülerim, çok gülerim ama anlar insanlar gülmelerimden mutluluğun, heyecanın hangi aşamasında olduğumu. Böyle sebepsiz mutluluk anlarında, kahkahalarımın daha da cıvıldadığını, gözlerimde çoban yıldızlarını gördüğünü Kayi söyledi bana. Böyle zamanlarda onu daha iyi hissediyorum kalbimde, bnm mutlu olduğumu görünce gülümsüyor o da suretsiz ama şefkatli yüzü ile bana...


.........


Küçük şeylerle mutlu olmak çok güzeldir. Sabah ağaçta açan çiçekleri görünce mutlu olmak, güneş altında ılık rüzgarı hissedebilmek, kedinin patisi ile fareyi yakalamaya çalıştığını izlerken gülümsemek çok daha değerlidir iş yerinden aldığın terfi haberinden. Ama küçük şeylerle mutlu olmaktan daha değerli bir mutluluk varsa o da sebepsiz yere, bir neden olmadan mutlu olabilmek, hayata göz kırpabilmektir. Sahiplenebileceğin en güzel duygudur, sana aittir, satın alınmamıştır ve satılamaz.. Hayatın atar damarından yakalamak, ona sıkıca tutunmak ve hayatla beraber pembe ırmakların olduğu yeşil gökyüzlerinden bulutların üzerinden akıp, çoban yıldızıyla beraber parlayıp, gezegenime varmak ve orda Kayi ile ve tabi sevdiğim insanlarla buluşmaktır bu zamanlarda mutluluk benim için. O yüzden böyle anlarda kendimi evimde hissederim ve içim huzurla dolar. ( bknz: kim bilir belki mutluluk eve dönmektir ) Çok tanıdık ve bir o kadar da özlemle beklenen ev kokusu ile yıkanmaktır. Küçük şeylerden mutlu olabilmek bana 5 çayına gelir o zaman, oturur karşılıklı sohbet eder, biskolata kıtırdatırız karşılıklı. O bana anlatır hayatın ne kadar kısa olduğunu ve insnlardan yakınır, "üzülme," derim "burda yaşa bundan sonra..." Burda mutluluk var, yaşam kısa değil, çünkü gerçek yok, gerçeği bulutların arasında bıraktık, burası Asteks, rüyalar dünyası ...

Ama bilirim gitmesi de gerekir mutluluğun geldiği gibi sebepsizce, kızamam ki ona, küsemem!! çünkü diğer insanlara da değdirmelidir sihirli değneğini. Gider mutluluk geldiği gibi haber vermeden, sebepsizce yerini sebepsiz hüzünlere bırakarak.


O da kabulumüzdür, onu de severiz tüm muğlaklığıyla. Üzülmeyi de severiz... =)


Ama bu yazımızın konusu " MUTLULUK" olsun sadece, "MUTSUZLUĞU DA" başka bir yazıda konuşalım, mutsuz olduğum bir günde..


Şimdi sussun herşey sadece Mutluluk konuşsun, Abidin konuşşsun bir de !!






24 Ağustos 2010 Salı

bir gün ben de bu hayali kısmi de olsa gerçekleştireceğim, tabi ilk önce bisiklet kullanmayı öğrenmem lazım =)

YOL HİKAYELERİ - 1. HAFTA
Yola çıkmak için son hazırlıklarımı yapıyorum. Birazdan yola çıkacağım. Sahip olduğum bütün herşeyi arkamda bırakarak düşeceğim yollara. Yapmacık olmayacak hiçbirşey. Çırıl çıplak, tamamen kendim olup karışacağım doğaya ve yeni insanlar tanıyıp mutluluğu arayacağım kocaman yüreklerde.Önce kafasını yumurtadan yeni çıkaran bir timsah yavrusu gibi gökyüzüne bakarak derin bir nefes alıyorum. Ciğerlerimin kapakcıkları titriyor o nefesi hissettiğinde. Heyecandan kalbim küt küt atıyor, ruhum ise özgür olmanın coşkusunu yaşıyor bedenimde. Sanki üç nokta savaşları yaşanıyor beynimin içinde. En gizli öznemde bile üç nokta var… Bazen kurşun gibi ağır bazen de tüy gibi hafif hissediyorum kendimi… Kadıköy’de bugün çok farklı bir hava var ve ben geçmişim kendimden. Hem de öyle bir geçmişim ki, son defa parayla su almaya gittiğim bakkalın önünde unutuyorum bisikletimi. Hay Allah! neler oluyor bugün bana böyle? Hayallerin gerçekleşmesi midir metabolizmayı bozan yoksa artık burnumda kendi cesedimden gelen ölüm kokusunun dağılıp yerini daha farklı bir kokuya bırakacak olması mı?Son kontrollerimi yapıyorum. Yola çıkmak için artık hazırım ve tanıdığım tanımadığım herkesle vedalaşıp artık basıyorum pedala. Arkamı dönüp baktığımda el sallayanları görüyorum. Kiminin yüzünde hüzün kiminin yüzünde ise tatlı bir tebessüm…

ARTIK YOLLARDAYIM!

Bir an önce İstanbul trafiğinden kurtulmak için var gücümle asılıyorum pedala. Ümraniye üzerinden ilk durağım Şile’ye gidiyorum. Uzun ve yorucu rampaları aşmak biraz zor oluyor ama inişe geçtiğim zaman bütün yorgunluğumu hemen unutuyorum. Rüzgar kulağıma şarkılar mırıldanırken cırcır böcekleri kendi aralarında serenad yapıyor. Doğanın o müthiş müzikaliyle yüzümde oluşan gülümsemeyi gören biri olsa kesin bu adam delidir der. İster deli desinler ister akıllı ama bildiğim tek şey; o an hissettiklerimin asla parayla satın alınamayacağıdır…Zorlu ve dik rampalardan birini aştığımda yol kenarında bir gözlemeci görüyorum. Uzaktan el sallayark ‘’gel bir soluklan sonra devam edersin’’ diyor. Elimi yüzümü yıkayıp biraz dinlenmek iyi gelir düşüncesiyle çekiyorum bisikletimi dükkanın önüne. Kimsin, necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun gibi sık sık duyacağım soruların ilkini burada duyuyorum. Ben sakin sakin sorulan sorulara cevap verirken önüme bir tabak gözleme ve bir bardak soğuk ayran geliyor. Ben’de para olmadığını söylememe rağmen bana kızarak senden para isteyen kim bu bizim sana ikramımızdır diyor mekan sahibi. Büyük bir iştahla indiriyorum mideye ikram edilenleri ve mataramda ısınan suyu değişip yola devam ediyorum.

YOLDA KARPUZ PARTİSİ

15 km yol gittikten sonra otobanın kenarında karpuz partisi yapan bir aileyle karşılaşıyorum. Önce beni turist sanıp hello diye bağırıyorlar, ben de merhaba diyerek karşılık veriyorum. Gel bir dilim karpuz ye enerji verir diyorlar. Hiçte red edecek halde değilim ve hemen gidiyorum yanlarına. O sıcak havada yediğim bir dilim karpuz ilaç gibi geliyor ve tekrar asılıyorum pedallara...Şile’ye varmak üzereyim ki yol üzerinde bir kaza olduğunu görüyorum. Bir motosiklet ve bir otomobil kafa kafaya çarpışmış. Jandarma yeni gelmiş güvenliği sağlamaya çalışıyor ama yaralılar yoldan geçen araçlar tarafından hastaneye götürülmüş. Yolda karşılaştığım ilk üzücü görüntü bu oluyor…

İLK DURAĞIM ŞİLE'YE VARIYORUMN

ihayet 72.46 km yol yaptıktan sonra Şile’ye varıyorum. Çadır kurabileceğim bir yer bulmak için oradaki yerlilerden yardım istiyorum. Yaşlı bir amca geceyi rahat geçirebilmem için Kumbaba Plajına gitmemi tembihliyor. Ben de kırmıyorum amcayı ve Kumbaba Plajı’na doğru yaylana yaylana gidiyorum. Artık dinleneceğimi bilen ayaklarım ise, ‘’bırak bu yaylanmayı’’ diyerek son gücüyle pedallara asılarak beni Kumbaba Plajına götürüyor. Orada çadır kurmak için plaj işletmecilerinden izin almak gerekiyormuş. Ben de işletmecilerden Yurdakul abinin yanına gidip önce aç ve susuz olduğumu, cebimde hiç para olmadığını ve geceyi geçirmek için de çadır kurmam gerektiğini söylüyorum. Beni tepeden aşağı süzen Yurdakul abi hiçbirşey sormadan bisikletimi park edeceğim bir yer gösterdikten sonra karnımı doyurmak için cafesine davet ediyor. Cafe çalışanları için pişirdikleri kuru fasulye ve pilavdan birer tabak verip karnımı doyuran Yurdakul Abi, çadır kurmama gerek kalmadığını, geceyi onların yattığı barakada geçirebileceğimi söylüyor. Bu teklif bana çok cazip geliyor ve bisikletimi bağlayarak geceyi geçireceğim barakaya gidiyorum. İki katlı ranzalardan oluşan dört kişilk barakada geceyi geçiriyorum. Sabah erken kalkıp Yurdakul abi ve çalışanlarla birlikte kahvaltı yaptıktan sonra denize girip yüzüyorum ve ardından ikinci durağım olan Ağva’ya doğru yol alıyorum…

YAHU SEN PARASIZ GEZEN GAZETECİ DEĞİL MİSİN?

Şile’den çıkıp Ağva’ya gitmek için ağır ağır basıyorum pedallara. Ne zamanla yarışıyorum ne de kendimle. Gideceğim her kenti ve göreceğim her insanı tanımak, fotoğraflar ve videolar çekmek istiyorum o kadar… Şile’yi 5 km geçtikten sonra yolun sağ tarafında kalelerle çevrilmiş bir köy görüyorum. Merak edip bisikletimin yönünü oraya doğru kırıyorum. Kalenin kapısının önüne gelince oranın bir tatil köyü olduğunu anlıyorum. Kapının önünde bekleyen güvenlik görevlilerine kimliğimi verdikten sonra içeri giriyorum ve receptiona yöneliyorum. Beni güler yüzlü üç personel kapıda karşılıyor. Biraz sohbet ettikten sonra köyü tanıtmak istiyorlar ve akülü arabalarına bindirerek gezdiriyorlar beni. Etrafı kalelerle çevrili olan bu tatil köyü gerçekten yapay bir cennet gibi. Aklıma Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi geliyor. İmreniyorum ve keşke biraz daha burada kalsam diyorum ama yolcu yolunda gerek… Havuz başında soğuk kahvelerimizi içerken yiyecek ve içecek müdürü yanımıza gelerek ‘’yahu sen parasız gezen gazeteci değil misin?’’ diye sorunca hep beraber kahkahalarla gülüyoruz. Sonra fotoğraflar çekilip oradan ayrılıyorum.

TADINI BİLE ANLAYAMADIĞIM UÇAN BÖCEK JET HIZIYLA MİDEME OTURUYOR

Aslında takip ettiğim yolu kullanarak Ağva’ya gitmem gerekiyor ama ben o tatil köyünden dönüp Şile çıkışından Teke yoluna girerek köy köy gezip Ağva’ya varmak istiyorum. Nitekim düşündüklerimi yapmamı engelleyecek kimse olmadığı için gönül rahatlığıyla istediğim yere gidiyorum. Girdiğim yolda iş makinalarının çalıştığını görünce yollar bozuk şimdi ayvayı yedim diye bir an düşünüyorum ama neyseki iki km sonra çalışma bitiyormuş. Karşıma çıkan ilk köyde hiç durmuyorum ve var gücümle pedal çevirip bir an önce kurtulmak istiyorum. Çünkü arkamda beni kovalayan iki tane ayı gibi köpek var. Onlar havlıyor ben kaçıyorum, ben böğürüyorum onlar daha çok havlıyor. Hayvan oğlu hayvanlar! nefesim kesilene kadar kovalıyorlar beni. Dilim dışarda ağzım açık pedal çevirirken tadını bile anlayamadığım uçan bir böcek jet hızıyla mideme oturuyor. Keşke nasıl bir tadı olduğunu anlayabilseydim diye dövünüyorum azcık…


ZORLU RAMPALAR VE MEHMET AMCANIN BİR DEMLİK ÇAYI

Neyse köyün çıkışında köpekler peşimi bırakıyor ve ben gördüğüm ilk çeşmede kana kana su içip biraz kendime geliyorum. Önüme uzun bir rampa çıkıyor, bisiklet üzerinde o rampayı çıkamayacağım için bu defa ben bisikleti taşıyorum. Yaklaşık 5 km lik bir rampa ve ben yine kan ter içinde kalıyorum. Şile Ağva yolu üzeri Teke girişinde zirveye ulaştığımda Mehmet Amcayla karşılaşıyorum. Mehmet amca yol kenarına kurduğu tezgahında kuşburnu, böğürtlen, muşmula, uvaz, koca yemiş, dağ çileği, mantar, domates, salatalık vs. doğal ürünleri satıyor. Beni öyle yorgun bitkin görünce yeni demlediği ve yoldan geçenlere hiçbir ücret talep etmeden ikram ettiği çaydan bir bardak dolduruyor. Bir yandan çayımızı yudumluyor bir yandan da sohbet ediyoruz. O derdini anlatıyor ben dinliyorum, ben anlatıyorum o dinliyor. Bir de bakıyorum ki Mehmet Amca’nın demlediği bir demlik çayın hepsini ben içmişim. Allah’tan Mehmet amca iyi niyetli ve sabırlı bir insan Delta Bisiklet’ten Ulaş Baydar olsaydı beni jant teliyle kovalardı!Mehmet Amca’nın yanından ayrılıyorum ve artık aşağı doğru inişe geçiyorum. Bu rampaların en sevdiğim yanı inişidir kısa sürüyor ama bütün yorgunluğumu unutturuyor. Çok da fazla hız yapmadan aşağı inerken Yazımanayır köyünden geçiyorum. Gözüm aniden yolun sağ tarafında yeni yapılan bir inşaatın penceresine ilişiyor, hemen bisikleti durdurarak elime makinamı alıp o inşaata doğru yöneliyorum. İçerde üç tane çocuk ilk defa gördüğüm ilginç bir kum eleğiyle kum eliyorlar. Bir süre onları izledikten sonra fotoğraflarını çekip yoluma devam ediyorum.

KİMSE BENİ ÇALIŞTIRMIYOR

Ağva’ya vardığımda hava tamamen kararıyor. Önce merkeze gidip karnımı doyurmak için çarşıda bir tur atıyorum. Sahilde Mercan Kokoreç adlı büfenin önünden geçerken kedinin ciğere baktığı gibi közde pişen kokoreçe bakıyorum. Bisikletimi uygun bir yere park ettikten sonra ocakta duran ustanın yanına yaklaşarak bu gece sizinle birlikte çalışmak istiyorum diyorum. Hayırdır neden diye sorunca karnım aç, param yok ve canım kokoreç çekti diye yanıtlıyorum. ‘’Hele sen otur bakalım şöyle gardaşım. Manyak mısın nesin karnın açsa ve paran yoksa biz seni çalıştırarak mı vereceğiz yemeğini, kim olursan ol sonuçta yolcusun ve şimdi benim misafirimsin’’ diyerek yarımdan büyük bir kokoreç yapıp yanında da ayranla servis ediyor masama. Şunu anlıyorum ki yiyecek ve içecek ihtiyaçlarımın karşılanması için size çalışırım demem çok fazla dramatik oluyor. Bu yüzden vazgeçiyorum artık ve kimseye size çalışırım demiyorum. Çünkü ülkemin hiçbir insanı vereceği bir öğün yemek ve su için yoldan gelen birini çalıştırmaz…Kokoreç yedikten sonra çadır kuracağım bir kamp yeri arıyorum. Jandarmaya giderek nerede çadır kurabileceğimi soruyorum, onlarda bana Seferioğlu Camping’i tarif ediyor ve ben oraya doğru yol alıyorum. Kısa bir süre sonra Seferioğlu kamp merkezindeyim. Benim gelişimi gören kamp yetkilisi Eren Karataş el sallayarak ona doğru gitmemi işaret ediyor. Yanına gidip çadır kurmak istediğimi fakat param olmadığını söylüyorum. O da diğerleri gibi hiç sorun değil diyerek çadır kurabileceğim bir yer gösteriyor. Ben kafa lambamı takarak çadırımı kurmaya çalışırken çevrede kamp yapan ailelerden bazıları gelip yardım ediyor. İçlerinde bir tanesi var ki şeker gibi bir abi. Zübeyir abi, sanki kendi çadırını kuruyormuş gibi bana yardım ederken bir yandanda ailesine seslenerek sıcak çay getirmelerini istiyor. Çadırımı kuruyoruz ve kamp ateşi yaktıkları yere gidip bütün aileyle tanışıp orada çay içmeye devam ediyoruz…


TRT'DE CANLI YAYINDAYIM

Sabah uyanıp çadırımdan kafamı dışarı çıkardığımda gördüğüm manzara karşısında hem şok hem de çok mutlu oluyorum. Zübeyir abi ve ailesi sabah erkenden uyanmış, topladıkları çiçeklerin bir destesini benim çadırın kapısının önüne koymuşlar. Güne çiçek koklayarak başlıyorum. Sonra Zübeyiz abi ve ailesiyle birlikte kahvaltı yapıyoruz. Saat 10:30’u gösterdiğinde TRT’den arıyorlar ve beş dakika sonra canlı yayın konuğu olarak yayına bağlanıyorum. Projemle ilgili herşeyi anlattıktan sonra Kamp alanındaki bütün ailelerle birlikte ‘’Mutluluk paylaştıkça gerçektir’’ diye bir slogan atıp canlı yayını bitiriyoruz…


SABAH KAHVALTISINDA ÇEKİRDEK VE BİRA

Ağva’dan artık ayrılma zamanı geliyor. Yine arkamdan el sallayark yolcu edenlerim var olduğu için kendimi şanslı hissediyorum. Ağva’dan çıkarken Kandıra yolu üzerinde bir roman mahallesi görüyorum. Kimisi dışarda köpeğiyle oyun oynuyor, kimisi çocuğunu terlikle kovalıyor kimisi de topladığı hurdaları küfesinde taşıyor. Ama benim en çok dikkatimi çeken şey; tek katlı gecekondu bir evin önünde sabah kahvaltısında çekirdek çitleyip bira için aile oluyor. Hemen yanlarına gidip selam vererek afiyet olsun diyorum. Ama kafaları o kadar güzel ki beni duymuyorlar bile. Ben de ortamlarını bozmadan rahat rahat fotoğraflar çekmeye başlıyorum. Arada dönüp poz bile veriyorlar. Onlar biralarını yudumlamaya devam ederken ben de Kandıra’ya doğru yol almaya devam ediyorum…


CİVCİVCİ DAVUT AMCA

Yollar yine inişli çıkışlı olduğu için beni yoruyor. Suyum da bitmek üzere ve karşıma çıkan ilk eve uğrayıp ihtiyaçlarımı karşılamayı düşünüyorum. Çok geçmeden Ağva’ya bağlı Çelebi köyünde bahçeli güzel bir ev görüyorum. Balkonunda askılı beyaz atletiyle oturan Diyarbakırlı Davut amca ona doğru gittiğimi görünce yerinden kalkarak beni karşılıyor. Benim susadığımı gelişimden anlayan Davut amca, ben daha sesimi çıkarmadan oğluna su getirmesi için sesleniyor. Birlikte balkonda oturup oğlunun getirdiği suyu içip meyveleri yiyoruz. Davut amca İstanbul’da berberlik yapıyormuş. Kafayı dinlemek için herşeyini satıp bu köye yerleşerek çiftçilik yapmaya başlamış. Önce bir kuluçka makinası almış ve civciv üretmeye başlamış. Bu makinada ısınan yumurtalar 21 günde kırılıp civciv oluyormuş. Davut amca bunları anlatırken civcivleri ve kuluçka makinasını da bana göstermeyi ihmal etmiyor. Tabii kümesin kapısını açınca içerde sıkılan civcivler dışarı kaçıyor Davut amca ise kovalıyor. En iyisi Davut amcanın başını fazla derde sokmadan gideyim deyip vedalaşarak oradan da ayrılıyorum.

AKÇAOVALILAR MUŞ'TAN 150'YE YAKIN GELİN GETİRMİŞLER

Kavurucu güneşin altında pedal çevirip Akçaova beldesine varıyorum. Beldenin merkezindeki kahvehanelerde oturan herkes bisikletle gelen yabancıya odaklanmış meraklı gözlerle bakıyorlar. Meraklarını gidermek için ‘’gel gel otur bir çay iç’’ diyorlar. Red edermiyim hiç, ‘’yeterki çay ısmarlasınlar’’ diyerek oturuyorum masalarına. Yine Kimsin, necisin, nereden geliyor, nereye gidiyorsun gibi sorulara cevap veriyorum. İçlerinden biri nereli olduğumu soruyor ben de Muş’luyum diyorum. İşte o anda anlattıklarıyla şaşkına dönüyorum. Akçaova’da 150’ye yakın Muş’lu gelin varmış. Akçaova’lılar kaşar ve peynircilik yaptıkları için özellikle doğu illerine gidip mandıralarda çalışıyorlarmış. Bunların çoğu hayvancılığın yoğun olarak yapıldığı Muş’u tercih ediyormuş. Muş’a giden genç ve bekar Akçaova’lılar gönül koydukları kızlarla evlenip memleketlerine dönüyorlarmış… Benim de Muş’lu olduğumu öğrenince çayları tazeleyip anılarını anlatmaya başlıyorlar. Sohbet çok güzel ama hava kararmadan Kandıra’ya varmam gerektiği için çayımdan son bir yudum alıp yoluma devam ediyorum.

YOLDA İKİ ALMAN BİSİKLETLİYLE KARŞILAŞIYORUM

Akçaova’dan Kandıraya geçeceğim son rampayı da nefes nefese çıktıktan sonra bir ağaç gölgesinde biraz dinlenip inişe geçiyorum. Zaten pedal çevirmeye gerek kalmadığı için tadını çıkara çıkara, ellerim frenlerde yavaşça iniyorum o dik yokuşları. Kandıra’ya 10 km kala yolun solunda bir mermer kesme atölyesinden gelen makine gürültülerini duyunca oraya da uğruyıp fotoğraflar çekiyorum. İnişi henüz yeni bitiriyorum ki karşıdan gelen iki bisikletliyle karşılaşıyorum. Yolculuğum boyunca karşılaştığım ilk bisikletliler bunlar oluyor. İkisi de Almanya’dan uçakla Suriye’ye gidip bisikletlerine binerek ülkelerine dönüyorlar. Ayaküstü biraz muhabbet ediyoruz. Ben onlara kuru üzüm ve çerez ikram ediyorum onlar da bana bisküvi ikram ediyorlar. Karanlığa kalmayalım diye el sıkışıp ayrılıyoruz…

'HELLO' DİYENLERE 'SELAMÜN ALEYKÜM' DİYORUM!

Kandıraya vardığımda akşam ezanı yeni okunuyor. İlçe merkezinde çadır kuracağım yer ararken bir parka uğruyorum. Acaba burada çadır kurmama izin verirler mi diye düşünürken hello hello diye el sallayan bir grup gencin yanına giderek Selamün Aleyküm diyorum. Önce birbirlerine bakıp basıyorlar kahkayı, sonra ‘’ya abi biz seni turist sandık’’ diyorlar. Ne yazık ki ben onlar kadar şaşırmıyorum çünkü bana merhaba diyerek selam veren kimse olmadı. Bu parkta çadır kursam kimse bir şey der mi diye soruyorum onlarda; ‘’bak ilerde belediye başkanı oturuyor git ona sor’’ diyorlar. Gençlerin yanından ayrılıp belediye başkanının yanına gidiyorum. Selam verip kendimi tanıttıktan sonra parkta çadır kurmak için izin istiyorum. O da çay bahçesinin sahibini çağırarak bana yardımcı olmasını istiyor ve orada çadırımı kuruyorum.Ertesi sabah Kandıra’da haftada bir kurulan, genellikle köy kadınlarının geldiği köy pazarına gidip fotoğraflar çekiyorum. Ardından belediyeye uğrayarak Belediye Başkanı Cengiz Kan’a teşekkür edip Kerpe’ye doğru yol alıyorum.

KORUMALAR EŞLİĞİNDE ROMAN DÜĞÜNÜNDEYİM

Kandıra çıkışında, yolun sol tarafınaki küçük bir roman mahallesinden gelen müzik sesi dikkatimi çekiyor. Biraz daha yaklaşınca toplanan kalabalığı görüp roman düğünü olduğunu anlıyorum. Gitsem mi gitmesem mi diye düşünmeden oraya doğru yöneliyorum. Beni gören bir çocuk ordusu hemen bisikletimin arkasından koşmaya başlıyor. Bir taraftan onları bisikletten uzaklaştırmaya çalışırken bir taraftan da düğün sahibi kim diye etrafa göz gezdiriyorum. 40 yaş üzeri bir adamın yanına gidip düğünlerinde fotoğraf çekmek için izin istiyorum. Sağolsun yanıma üç tane koruma verip fotoğraf çekmeme izin veriyor. Ben de korumalarıma bisikletimi teslim edip düğün alayına girerek üst üste fotoğraf makinamın denklanşörüne basıyorum. Genci yaşlısı herkes müthiş bir enerjiyle oyunlar oynayıp düğünün tadını çıkarırken bir köşede ağlayan bir kadın görüyorum. Bu mutlu günde ağlayacak bir kişi varsa o da gelinin annesidir diye düşünüyorum ve yanına giderek düşündüklerimde haklı olduğumu anlıyorum… Geline yaşını sormuyorum ama en fazla 19 gösteriyor, damat ise ortalıkta görünmüyor. Damatsız düğün olur mu gelsin o da oynasın diyorum bana bir çocuk göstererek işte damat bu diyorlar. Başta şaka yaptıklarını sanıyorum ama yüzlerindeki ciddiyeti görünce gerçekten damat olduğuna inanıyorum. Herkes şen şakrak kendini roman müziklerinin ritmine bırakmış düğünün tadını çıkarıyor. Ayrıca hayatımda hiç bu kadar güzel gözlü çocuğu bir arada görmemiştim. Bilmiyorum hiç dikkat ettiniz mi roman çocuklarının göz rengi gerçekten çok güzel ve etkileyici… Neyse fotoğraf makinamın pilleri bitince oradan da ayrılmak zorunda kalıp Kerpe’ye doğru yola devam ediyorum.

GÖZLEMECİ PEMBE ABLA VE TAVUKÇU SELİM ABLA

Kerpe yolu üzerindeki Babaköy Pazar Yeri’nden geçerken bir gözlemeci tezgahının önünde çay içen iki kadın el sallayarak beni davet ediyorlar. Önümdeki rampayı çıkmak için biraz dinlenmem gerektiği için davet edildiğim tezgahın önünde duruyorum. Gözlemeci Pembe abla ve Tavukçu sevim abla önce bana çay ikram ediyorlar ardından yolda yemem için gözleme ve tavuk pişirip çantama koyuyorlar. Onların bu davranışları beni o kadar mutlu ediyor ki önümdeki rampayı nasıl çıktığımı hatırlamıyorum bile…


BENİ TANIYANLARLA FOTOĞRAF ÇEKTİRİYORUZ

Kerpe Kefken yol ayrımına geldiğimde üzücü bir kazayla daha karşılaşıyorum. Allah’tan ciddi bir yaralanma yok sadece çekicinin gelmesi bekleniyor. Kaza yapanlara geçmiş olsun deyip Kerpe’ye giriyorum. Hava sıcak olduğu için merkezde çok az insan var herkes plaja akın etmiş. Ben de plaja gidip o kalabalığa karışıyorum. O kalabalıkta beni tanıyanlar çıkınca da beraber fotoğraflar çekiliyoruz. Sonra yüksek kayalıklardan denize atlayan gençleri fotoğraflayıp Kerpe’den çıkıyorum.Kefken girişinde çadır kurmak için Doğa Camping’e uğruyorum. İşletme sahibi Erkan abiye meramımı anlatıyorum. O da önce karnımı doyuruyor ardından kendi çadırlarından birinde yatırıyor. Sabah kahvaltısını da Erkan abi ve ailesiyle birlikte yapıp Karasu’ya geçiyorum.


VÜCUDUMUN KİRDEN KAPANAN GÖZENEKLERİ HAVA ALIYOR

İki yıl önce televizyon programı için Karasu Fındık Festivaline gidip röportajlar ve çekimler yapmıştım. Karasu Belediyesi’nden Nurol Bey’i arayarak Karasu’ya gelmek üzere olduğumu ve bir gece konaklayacağımı söylüyorum. O da Öz Su Tatil Köyü’nden bir oda ayarlayarak beni bekleyeceğini söylüyor. Rahat bir duş alıp rahat yataklarda yatacağımı hayal edince hınzırca gülümseyerek daha hızlı asılıyorum pedallara. Karasu’ya vardığımda Norol Bey beni karşılayıp konaklayacağım yere götürüyor. Önce akşam yemeği yiyoruz ardından Nurol bey duş alıp dinlenmem için beni yalnız bırakıyor. O gece bir saat boyunca duştan çıkmıyorum. Vücudumun kirden kapanan gözenekleri hava alıyor ve yumuşak yatakta derin bir uykuya dalıyorum…

BOZULAN TELEFONUM VE TAMİRCİ OSMAN ABİ

Sabah uyandığımda tatil köyünün müdürü Ertürk Bey’le kahvaltı yapıyoruz. Ertürk Bey bugüne kadar rastladığım en komik adamlardan biri. O kadar komik şeyler anlatıyor ki gülmekten karnıma ağrılar giriyor. Kirli kıyafetlerimi çamaşırhaneye gönderip yıkattırıyor bu arada ben de havuza girerek serinliyorum. Eşyalarımı toplayıp gitmek için hazırlandığımda telefonumun bozulduğunu farkediyorum. Ertürk Bey beni çarşıda bir telefoncuya yönlendiriyor ama gittiğim telefoncu beni üç saat bekletmesine rağmen telefonumu tamir edemiyor. Sağdan soldan nerede tamir edebileceğimi sorduğumda herkes bu telefonu ancak Osman abi tamir eder diyor. Ben de Osman abinin yerini öğrenip dükkanına gidiyorum. Telefonumun sorununu kısaca anlattıktan sonra Osman Abi 15 dakikada tamir edip eskisinden de daha iyi çalışır bir vaziyette telefonumu geri veriyor. Her türlü telefonu sorunu ne olursa olsun tamir edebileceğini söyleyen Osman abi, kullanıcılara önemli bir uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyor. Diyor ki; ‘’Telefonunuz suya düştüğünde bataryasını çıkarıp hiçbirşeyine dokunmadan hemen tamirciye götürün’’ Bence Osman abinin bu uyarısına kulak asmalı, ıslanan telefonumuzu kurcalamadan en yakın tamirciye götürmeliyiz.

BENİ YOLUMDAN EDEN EFSANET

elefonumu aldıktan sonra Akçakoca’ya geçmek için bisikletime biniyorum. O anda yanıma iki kişi gelerek nereye gittiğimi soruyor ben de Akçakoca’ya gideceğimi söylüyorum. İçlerinden biri Karasu’dan çıkarken yolun sağ tarafında bulunan Küçükboğaz köyüne gitmememi tembihliyor. Neden diye sorduğumda verdiği cevapla daha çok şaşırıyorum. Eğer o köye gidersen ne bir lokma ekmek ne de bir bardak su verirler, sana çok kötü davranacakları gibi seni köyden kovarlar diyerek anlatmaya devam ediyor: ‘’Maden Deresi ve Küçükboğaz gölü arasında kurulu olan bu köyü geçmek için eskiden köprü yokmuş. İnsanlar karşıdan karşıya geçmek için sandal kullanıyorlarmış ama bu sandallara binmek için de para ödemek gerekiyormuş. Para ödemeyen kimseyi karşıya geçirmeyen köylüler oradan geçen yolculara büyük sıkıntılar yaşatıyorlarmış. Bir gün Hazreti Hızır’ın yolu o köye düşmüş ve benim param yok beni karşıya geçirir misiniz demiş. Köylüler bunu kabul etmeyince Hazreti Hızır da bu duruma çok kızarak ceketini suya atıp üzerine binerek karşıya geçmiş ve lanet olsun bu köye demiş. Aradan biraz zaman geçtikten sonra köye bir hastalık çökmüş ve o köyde yaşayan herkes ölmüş. ‘’ Adamın anlattığı bu efsane beni yolumdan ediyor. Çünkü tam benlik bir durum ve ben de Akçakoca’ya gitmekten vazgeçerek Küçük Boğaz köyüne gitmeye karar veriyorum.Küçük Boğaz köyüne girdiğimde köy kahvehanesinde oturan genci yaşlısı herkes beni ilgiyle karşılıyor. Yolcu olduğumu, cebimde hiç paramın olmadığını, hem acıktığımı hem de bir gece kalabileceğim bir yer aradığımı söylüyorum. Bana yolda anlatıldığının aksine herkes gel bu gece benim misafirim ol diyerek karşılık veriyor. Öyle sıcak ve samimi bir ortam var ki, değil bir gece on gece bile onlarla kalabilirim. Oturduğumuz masa gittikçe kalabalıklaşıyor. Hepsi de zeki insanlar ve çok kaliteli espriler yaparak etrafa neşe saçıyorlar. Ben de gazeteci olduğumu, yolda karşılaştığım kişileri ve bana anlattıkları efsaneyi onlara anlatarak işin aslını öğrenmek istiyorum. Gerçek hikayeyi köylüler anlatınca yolda karşılaştığım o iki kişiye daha çok kızıyorum. Küçükboğaz Küçük Karasu köyüne bağlı bir mahalleymiş ve Karasu’nun ilk yerleşim yeri burasıymış ama köy Maden Deresi ve Küçükboğaz gölü arasında kurulduğu için eskiden her tarafı bataklıkmış. Bataklığın olduğu yerde de sıtma ve kolara hastalıkları yaygın olur. Bu hastalıklardan dolayı binlerce kişi hayatını kaybetmiş, hayatta kalanlar ise köyü boşaltarak şu an ki Karasu’ya yerleşmişler. Karasu’nun en büyük mezarlığı yine bu köydedir. Köylüler bunları bana anlatınca duygulanıyorum.

İLK DEFA BİR KÖYDEN KOVULUYORUM

Köy muhtarı nı da çağırın hem fotoğraf çekiliriz hem de muhtarın da anlatacakları vardır diyorum. Köy azası telefonla arayıp muhtarı çağırıyor. Muhtar geliyor ama ayrı bir masaya geçip oturuyor. Neden öyle davrandığına kimse bir anlam veremiyor. Hemen yanına gidip kendimi tanıtıyorum. Yüzüme bile bakmayan muhtar; ‘’derhal köyümü terk et, bu köyde gazeteci istemiyorum’’ diyor. Muhtarın bu tepkisiyle neye uğradığımı şaşırıyorum. Hayırdır ne oldu, bilmeden bir hata mı yaptım diye soruyorum o da bu köyle ilgili kötü şeyler yazarsın diyor. Neden kötü şeyler yazayım ki, hem herkes bana çok iyi davrandı diyorum ama muhtar beni dinlemek bile istemiyor ve ardına bile bakmadan defol git köyümden diyor. Çaresiz bir şekilde başımı önüme eğerek köylülerin yanına gidip muhtarın beni kovduğunu söylüyorum. O an ortam buz kesiliyor ve ben ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Bisikletime binip köyden çıkınca arkamdan üç tane arabanın geldiğini farkediyorum. Yanıma yanaşan ilk araçta Mustafa abiyi görüyorum. Bana; ‘’Hasan beni takip et’’ diyerek önüme geçiyor. Onlar önde ben arkada Küçükboğaz köprüsünün kenarında duruyoruz. Herkes arabalardan inip yanıma gelerek benden özür diliyor ve onların da en az benim kadar üzgün olduklarını gözlerinden okuyabiliyorum. Mustafa abi; ‘’Sen bizim misafirimizsin kesinlikle seni bırakmayız’’ diyor, diğerleri de onu destekliyor. Muhtarın beni kovması hepimizde soğuk duş etkisi yaratmıştı. Muhtar beni on defa kovsa bile o köyle ilgili orada tanıdığım insanlarla ilgili kafamdaki güzel şeyleri asla silemez ve sırf muhtar beni kovdu diye o köyü asla kötüleyemem. Çünkü kötüleyecek bir şey bulamıyorum…Biraz sonra başka bir araç daha yanaşıyor, gelen köylüler şehir merkezinden benim için pizza getirmişler. İştahsız olmama rağmen ısrarla pizzayı yediriyorlar ve ardından geceyi geçirmem için Mustafa abi beni evine götürüyor. Sabah erkenden uyanıp Mustafa abiyle kahvaltı yaptıktan sonra Akçakoca’ya doğru yola çıkıyorum.

POMPA KAYIP, TEKER PATLAK

Öğleden sonra Akçakoca’ya varınca denize sıfır muhteşem bir manzarası olan Tezel Camping’de çadır kuruyorum. Orada haftasonunu geçirmek için Ankaradan gelen Barbaros ve Sedat’la tanışıyorum. Ben haftalık yol hikayelerimi yazarken onlar da mangalda sucuk pişirip soğuk kolayla bana ikramda bulunuyorlar. Ertesi sabah çadırımı topladığımda bisikletin ön tekerinin patladığını görüyorum. Malzeme çantamdan yama çıkarıp patlayan tekeri onarıyorum ama yolda gelirken pompayı kaybettiğim için tekere hava basamıyorum. İmdadıma Sedat yetişiyor ve tekeri alarak kendi arabasıla çarşıya gidip hava basıyor. Ben de Delta Bisiklet’ten Ulaş Baydar’ı arayıp yeni bir pompa, ayna, pedal, pil ve çorap istiyorum. Siparişlerimi aynı gün bir sonraki durağım olan Ereğli’ye gönderiyor. O gün bisikletime hiç binmiyorum. Benim Akçakoca’da olduğumu öğrenen Düzce İl Kültür ve Turizm müdürü Özcan Budak ve Belediyenin basın ve halkla ilişkiler müdürü Mine hanım beni ziyarete geliyorlar. Akşam yemeğini onlarla birlikte bir balık restaurantta yiyoruz. Yemek esnasında gözüme güzel bir gün batımı kompozisyonu ilişiyor ve hemen makinamı alıp birkaç fotoğraf çekiyorum. Özcan bey Akçakoca’nın Türkiye turizmi için büyük bir potansiyele sahip olduğundan bahsediyor ve İşadamlarını yatırım yapmaya davet ediyor…Tezel Camping’de bir gece daha kalıyorum ve yolculuğumun ilk haftasını tamamlıyorum. İlk haftamda toplamda 421 km yol yapmışım. İstanbul’da 80 kilo iken Akçakoca da tartılınca 76 kilo olduğumu görüyorum.


YOL HİKAYELERİ - 2. HAFTA


AMELE YANIKLARI İÇİN MÜTHİŞ ÇÖZÜM

Kavurucu güneşin altında pedal çevirmekten sakallarım ve ten rengim değişiyor. Başımdaki Kaskın ve gözümdeki gözlüğün kapattığı yerler haricinde yüzümde meydana gelen renk değişimi çok komik bir görüntü oluşturuyor. Bazen gözlüğü çıkarıp gidondaki dikiz aynasından kendime bakarak gülüyorum. Vücudumda ise amele yanıkları var. Kollarım, boynumun açıkta kalan kısımları, bacaklarımın diz kapakları ve ayak bilekleri arasındaki bölgeler çikolata rengindeyken vücudumun diğer kısımları bembeyaz. Akçakoca'dan Ereğliye giderken bir değişiklik yapmak istiyorum ve amele yanıklarından kurtulurum düşüncesiyle üstümdeki t-shirt'ü çıkartarak yarı çıplak bir vaziyette yola devam etmeye karar veriyorum. Ağva'da tanıştığım Zübeyir abi bana bir güneş kremi! vermişti. Ter kokumu bastıracak kadar da güzel koktuğu için sürekli onu kullanıyordum. İşte o kremle sırtımı, kollarımı, bacaklarımı, yüzümü, gözümü her yerimi sıvayıp asılıyorum pedallara.

40 KM.'LİK YOL BANA 40 KM. GİBİ GELİYOR

Yollar çok dar ve her tarafta yol yapım çalışmaları var. Ayrıca trafikte normal taşıtlardan çok iş makinaları ve kamyonlara rastlıyorum. Acil şeridi diye bir şey zaten yok, dikiz aynam kırık, arkamdan gelen araçları göremiyorum, kamyonlar vızır vızır geçerek beni yoldan çıkarıyorlar vs. Bu yolu sağ salim bitirip Ereğli'ye varırsam kendimi çok şanslı hissederim. 40 km'lik yol bana 400 km gibi geliyor. Ha gayret başaracaksın, bitiyor işte diyerek kendi kendimi teselli etmeye çalışıyorum ve Nihayet Ereğli'ye varmak üzereyken bisikleti yol kenarında alem yapan üniversiteli gençlerin yanına çekip biraz dinleniyorum.

ISTAKOZ GİBİ KIZARIYORUM

Yarı çıplak vücudum güneş kremi! Sürmeme rağmen ıstakoz gibi kızarıyor ve sırtıma dokunduğumda çok kötü yandığının farkına varıyorum. Hemen üzerime bir t-shirt giyinip kalan yolu tamamladıktan sonra Ereğli'ye giriyorum.


BİSİKLETİMİN İLK GENEL BAKIMI

Ereğli'de ilk olarak kargoya uğrayıp Ulaş'ın İstanbul'dan gönderdiği malzemelerimi alıyorum. Ardından bisikletime bakım yapabileceğim bir bisikletçi ararken bana Bike Service'yi tarif ediyorlar. Bike Service'ye gidip Nazım abiyle tanışıyorum. Açlığımı ve susuzluğumu gideren Nazım abi, bisikletimin genel bakımını da yapıp beni yolcu ediyor...


EREĞLİ BELEDİYE BAŞKANI VE EREĞLİLİ BİSİKLETLİLER

Ereğli Zonguldak'ın küçük ve şirin bir ilçesidir. Orada yaşayanlar Ereğli için küçük İstanbul diyorlar ama nedense ben İstanbul'a hiç benzetemedim. Ancak şunu söyleyebilirim ki; Ereğli bağlı olduğu Zonguldak'tan daha gelişmiş ve daha modern bir ilçe. Belki bundan dolayı kendilerine küçük İstanbul diyorlar... Burası benim için çok önemli. Çünkü dünyanın en büyük demir çelik fabrikalarından birine sahip ve ben bu fabrikada çekim yapmak istiyorum. Böyle büyük bir fabrikada çekim yapmak için kolay kolay izin alınamayacağını tahmin ettiğimden dolayı belediye başkanı Halil Posbıyık'ın yanına gidip bana yardımcı olmasını istiyorum. Beni çok iyi karşılayan Posbıyık, yardımcılarına fabrikaya girmemi kolaylaştırmaları için yetkililerle görüşmeleri talimatını veriyor. Başkanla çay içip sohbet ederken çadırda kalacağımı öğrenince de; Sen burada benim misafirimsin, seni çadırda yatırmam diyerek tekrar telefonla birilerini arayıp otelde yer ayırttırıyor. Başkanın bu misafirperverliği beni gayet memnun ediyor ve belediyeden ayrılıp kalacağım otele giderek sıcak suyla güzel bir duş alıyorum. Ardından dün telefonla beni arayan Ereğli Bisikletliler Derneği Başkanı Fatih Bey otele gelip beni alıyor ve bir çay bahçesine gidip diğer bisikletlilerle buluşuyoruz. Hepsi de bisiklete gönül veren çok güzel insanlar. Gönüller bir olunca da sanki yıllardır bir birimizi tanıyormuşuz gibi bir ortam oluşuyor ve saatlerce oturup uzun uzun bisiklet konuşuyoruz...


ERDEMİR ÇELİK FABRİKASI'NDAN ÇEKİM İZNİ ALAMIYORUM

Ertesi gün belediyeye gittiğimde demir çelik fabrikasında yapacağım çekim için izin alınamadığını öğrenince hayal kırıklığına uğruyorum. Fabrikaya girebilmek için bir sürü yasal prosedür varmış ve bu prosedürleri yerine getirebilmek için en az bir hafta beklemek gerekiyormuş. En son Ankara'yla görüşülüp onay alındıktan sonra ancak fabrikaya girmeye izin veriliyormuş. Bu mış muşlar canımı sıkıyor. Bir kez daha şansımı deneyip fabrikanın kurumsal iletişimiyle ben görüşüyorum ama sonuç değişmiyor. Eğer istersem onların fotoğrafçısı benim için fotoğraf çekebilir ve hatta o fotoğrafları kendim çekmişim gibi kullanabilirmişim diyorlar. Başkasının çektiği fotoğrafı insanlara ''ben çektim'' demek kadar büyük bir dolandırıcılık olmadığı için kabul etmiyorum. Karadeniz'in en önemli karakteristik özelliklerinden biri olan Erdemir Çelik Fabrikası'ndan maalesef fotoğraf çekemeden Ereğli'den ayrılıyorum...

MUSTAFA ABİNİN KARPUZ DERGAHI

Ereğli-Zonguldak arasında aşmam gereken çok uzun bir rampanın olduğunu günler öncesinden öğrenmiştim. Her ne kadar gözümü korkutmuyor desem de yine de aşacağım rampayı düşündükçe dizlerimin bağının çözüldüğünü söyleyebilirim. Ereğli'den çıkar çıkmaz Kepez mevkiinde tezgahı boş bir manavcı el sallayarak; ''önünde uzun bir rampa var. Gel önce bir soluklan sonra çıkarsın'' diyor. Çaresiz yanaşıyorum tezgahı boş manava ve bana ekmek arası tavuk ısmarlayan Mustafa abiyle tanışıyorum. Turist gibi birinin Mustafa abiyle oturduğunu gören çevredekiler de toplanmaya başlıyor ve yeni gelen karpuzlardan bir tane kesilerek koyu bir muhabbet başlıyor. Benden iki hafta önce de bir fransızın geldiğini anlatan Mustafa abi onun işinin benimkinden daha zor olduğunu söylüyor. Çünkü o fransadan başlayarak Moğolistan'a kadar yürüyerek gidiyormuş. Onu da yoldan çevirmişler ve karpuz kesip karnını doyurarak göndermişler... Mustafa abi ve arkadaşlarının sıcak ilgisi hoşuma gidiyor ama yol zorlu, rampalar uzun ve benim artık gitmem gerekiyor...


VÜZUT ISIM O KADAR YÜKSEK Kİ...

Önüme çıkan son yokuşu da pedal çevirmeden indikten sonra ufukta esentepe rampasını görüyorum. Hafif eğimlerle başlayan bu rampa gittikçe daha dik ve sarp bir hale geliyor. Kendimi fazla yorup enerjimi tüketmemek için onar dakika arayla dinlenerek tırmanmaya çalışıyorum. Her ne kadar onar dakika dinlenerek yola devam etsem bile inanılmaz derecede yoruluyor ve kan ter içinde kalıyorum. Vücut ısım o kadar yüksek ki, su içtiğim zaman sanki yüzümden buharlar çıkıyor, alnımdan akan terler gözüme kaçıyor, gözlüğüm buğulanıyor, nefes almakta güçlük çekiyorum. Artık pedal çevirerek yol arkadaşımı o rampadan çıkaramayacağımı anlayınca bu defa ben onu taşıyorum. Yaklaşık altı buçuk kilometrelik rampayı nihayet ite kaka bitirip zirveye ulaşıyorum. Yollar genelde virajlı ve etraf ormanlık alan olduğu için arkamı dönüp beni zorlayan o rampanın fotoğrafını çekemiyorum. Ancak Esentepe zirvesini ve aşağıda kalan köyleri gösteren fotoğrafa baktığınızda neler yaşadığımı az çok tahmin edeceksiniz...

ZİRVEYE ÇIKIŞIMI BÖĞÜRTLENLERLE KUTLUYORUM

Her yokuşun bir inişi vardır. Beni maymuna çeviren bu yokuşu çıktıktan sonra bunu kutlamam gerekiyordu ve bisikletim Kurtik'i (Kurtik bisikletimin adı. Muş'un en yüksek dağı) yol kenarında gördüğüm böğürtlenlerin yanına çekiyorum. Etrafta o kadar fazla böğürtlen var ki hepsi de; beni ye beni ye diye sessizce bağırarak kutlamama ortak olmak istiyorlar. Parmaklarıma batan dikenlere rağmen topladığım böğürtlenlerin bir kısmını mideye indiriyorum bir kısmını da nevale olarak çantama koyuyorum. Elimi yüzümü kıpkırmızı yapan zirvedeki bu böğürtlen partisi bana hem enerji hem de neşe veriyor. Sanki o zorlu rampayı ben çıkmamışım gibi bütün her şeyi unutarak artık mutlu bir şekilde inişe geçiyorum. Rüzgar o kadar tatlı esiyor ki kendimi uçuyormuşum gibi hissediyorum. Sırf bu kısa süren inişleri yaşamak için bile kilometrelerce rampayı defalarca çıkmaya değer...


ÖLMENİN YAŞAMAKTAN KOLAY OLDUĞU KENT

İki tane dar ve kısa tüneli geçtikten sonra Zonguldak'a girmek üzere olduğumu genzime vuran kömür kokusundan anlıyorum. Emeğin başkenti, karaelmas diyarı, ölmenin yaşamaktan daha kolay olduğu, Türkiye tarihinin şahit olduğu en büyük işçi direnişinin sembolü, maden ocaklarındaki göçükler ve grizu ptlamalarıyla adını sık sık duyduğumuz, acının ve gözyaşının kömür karasıyla yüreklere kazıldığı, yöneticilerinin bile sahip çıkmakta aciz kaldığı, Karadenizin yetim çocuğudur Zonguldak. Burada diğer yerlerde olduğu gibi kısa bir süre kalıp yola devam etmeyi düşünmüyorum. Zonguldak'ı insanlarını ve maden ocaklarını yakından tanıyıp belgelemek için en az bir hafta kalmam gerekiyor. Şehre girip çadır kurabileceğim bir yer arıyorum ama şehri baştan sona gezmeme rağmen çadır kurabileceğim güvenli bir yer bulamıyorum. Tekerim de patlayınca sahildeki çay bahçelerinden birinin önünde çaresiz bekliyorum. Etrafa göz gezdirirken Zonguldak Gazeteciler Cemiyeti tabelasına gözüm ilişiyor. Hemen bisikletimi bir mısırcıya emanet edip gazeteciler cemiyetine giderek meslektaşlarımdan yardım istiyorum. Şansıma cemiyette karşılaştığım ilk kişi cemiyet başkanı Derya Akbıyık oluyor. Derya bey'in yardımıyla önce bisikletimi cemiyet binasına alıyorum ardından akşam yemeğimi yiyip geceyi geçirmem için Derya bey'in ayarladığı otele geçiyorum.


MADEN OCAKLARINA GİRİŞ İZNİ YOK AMA PES ETMİYORUM

Ertesi gün ilk işim TTK'ya giderek maden ocaklarında çekim yapabilmek için izin talebinde bulunuyorum. Karadon'daki grizu faciasından sonra çekim izni almak çok zor. Bu nedenle başvuruma anında olumsuz cevap alıyorum. Bisikletle o kadar yol gelmişim, Zonguldak'ta bir hafta kalacam ve maden ocaklarında çekim yapamadan ayrılacam. Bunu düşünmek bile canımı sıkıyor ama pes etmiyorum. Sonucu ne olursa olsun maden ocaklarına girmeliyim diyerek bu defa başka birilerini devreye sokuyorum. Sonunda istediğim izni koparıyorum ancak dijital makinayla maden ocağına giremeyeceğimi öğrendiğimde bir kez daha hayal kırıklığına uğruyorum. Ben daha İstanbul'dayken Öznur Kılıç'la madencilerle ilgili belgesel çekimi yapmayı planlamıştık. Zonguldak'a geçtiğimde gerekli izinleri aldıktan sonra Öznur'a haber verecektim o da otobüse atlayıp yanıma gelecekti. Dijital makinayla ocağa inemeyeceğimizi öğrenince hemen Öznur'u arayarak gelirken yanında bir tane de analog makine getirmesini söylüyorum. Artık gerekli hazırlıklarımı yaparak heyecanla yarın sabahı bekliyorum.


MADENCİ BELGESELİ İÇİN ENVANTER TOPLUYORUM

Bu arada Zonguldak ve madencilerle ilgili resmi bilgiler ve istatistikleri öğrenmek için valiliğe gidiyorum. Valilik Özel Kalemle defalarca görüşmeme rağmen Vali'den randevu alamıyorum. Randevu alamadığım gibi olumlu olumsuz hiçbir şekilde kimse geri de dönmüyor. Onların bu vurdumduymazlığından sonra Zonguldak Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Derya Akbıyık, Türkiye Maden İşçileri sendikası ve TTK'dan aldığım bilgilerle Zonguldak ve madencilerle ilgili çekeceğim belgesel için envanterlerimi topluyorum...

MADEN OCAKLARININ PERDE ARKASINI ÇEKİYORUZ

Sabah saat altı buçukta otogara giderek Öznur'u alıyorum ve çekim yapmak için kahvaltı bile yapmadan maden ocağına gidiyoruz. Oradaki yetkililer resmi iznimiz olmadığından dolayı yer altına girmemize müsaade etmiyorlar ancak diğer yerlerde rahatça çekim yapabileceğimizi söyleyerek yanımıza bir de refakatçi veriyorlar. O gün akşama kadar madencilerin yer altı çalışmaları dışında bütün perde arkasını çekiyoruz. Sonra gazeteciler günü nedeniyle cemiyette düzenlenen kokteyle katılarak yerel gazetecilerle tanışıyoruz...


ISTAKOZ GİBİ KIZARMAMIN NEDENİNİ ANLIYORUM

Zonguldak'ta yaşadıklarım ve yaptığım çekimleri ileriki zamanlarda hazırlayacağım belgeselde detaylarıyla anlatacağım. Ha unutmadan söyleyeyim Zübeyir abinin verdiği güneş kremi! güneş kremi değilmiş. Güneşe çıkmadan vücudu bronzlaştıran bir maddeymiş. Demek ıstakoz gibi kızarmamın sebebi de bu maddeyi sürmemden kaynaklanıyormuş. Eğer güneşe çıkmadan bile bronzlaştırıyorsa güneşe çıkıldığında nasıl mercek etkisi yaptığını sırtımın soyulmasından anlıyorum. Allah'tan Öznur gelirken yanında gerçek güneş kremi getirmişti de artık onu kullanıyorum...

BUGÜN YİNE AÇ KALIYORUM

Öznur'u otogardan İstanbul'a yolcu ettikten sonra ben de Bartın'a geçmek için yola çıkıyorum. Bartın Zonguldak arası 90 km. öğleden sonra saat 16.00'da yola çıktığım için akşam karanlığına kalmadan Bartın'a ulaşmam imkânsız. Nerde akşam orda sabah düsturuyla yükleniyorum pedala ve karanlık çökmeye yakın kendimi Çaycuma'ya atıyorum. Çaycuma girişinde dikkatimi evlerinin önünde arpa eleyen sevimli bir teyze ve yanında oturan sevimli bir amca çekiyor. Yanlarına doğru gittiğimi gören amca ayağa kalkarak beni karşılıyor. Bisikletimden inip ben de onlarla oturuyorum. Bana soğuk ayran ve gözleme ikram ediyorlar. Hatta gazeteye sardıkları iki gözlemeyi de yolda acıktığımda yemem için çantama koyuyorlar. Mehmet amca 79 yaşında madenden emekli ama hiçte yaşını göstermiyor. Bunun sırrını sorduğumda hayata hep pozitif baktığını ve doğal ürünlerle beslendiğini söylüyor. Yüzleri daima gülen bu aile benim de yüzümü güldürüyor. Mehmet amcadan aldığım pozitif enerjiyle Çaycuma'ya giriş yapıyorum.

AYŞE TEYZE YOLCULUĞUMUN BİR ÖZETİ GİBİYDİ

Zonguldak'ın şirin bir ilçesi olan Çaycuma'nın insanları da çok şirin ve cana yakın. Yolda karşılaştığım trafik polislerinden çadır kurabileceğim güvenli bir yer soruyorum. Onlar da dışarıda kalmamın güvenli olmayacağını söyleyerek beni belediye çay bahçesine götürüyorlar. Çay bahçesinin sorumlusu olan Sadık bey beni boş olan bir öğrenci evine götürüyor. Okul sezonunda öğrencilere kiraya verilen bu evler yazın tatil amaçlı gelen kişilere gündelik kiraya veriliyormuş. Param olmadığı için benden para istemiyorlar tabii. Geceyi öğrenci evinde tek başıma geçirdikten sonra sabah erken uyanıp kahvaltı yapabileceğim bir yer arıyorum. Çarşıda gezerken bir simitçi dükkânının önünde bana gülümseyerek bakan bir teyze görüyorum. Galiba aradığım yer burası diyerek duruyorum simitçi dükkânın önünde ve teyzecim merhaba diyerek selam veriyorum. Başta beni turist sanan teyze aaaaaa sen turist değil misin diyerek yerinden kalkıp yanaklarımdan öpüyor ve oturduğu masaya buyur ediyor. Simitçi Ayşe teyzenin bu ilgisi beni o kadar mutlu ediyor ki sevinçten havalara uçuyorum. Karnın aç mı yavrum dur sana yiyecek bir şeyler getireyim diyerek sorduğu soruya cevap vermeme bile fırsat vermeden içeri girip bana poğaça ve taze patates kızartması getiriyor. Teyzem bir güzel karnımı doyurduktan sonra mataramda ısınan suları da değiştirip beni yolcu ediyor. Gerçek bir Anadolu kadını olan Ayşe teyzenin bu karşılıksız şevkat gösterisi hayatın ve mutluluğun anlamının bir özeti gibiydi. Mutluluktan ağzım kulaklarıma varıyor, aradığım o paha biçilemez şeyi bulmanın sevinciyle oradan ayrılarak Bartın'a pedal basmaya devam ediyorum...İkinci haftanın sonunda toplam 673 km yol yapmışım ve 76 olan kilom 75'e düşüyor.

YOL HİKAYELERİ - 3 VE 4. BÖLÜM


BİLİNMEZLİKLERLE DOLU BİR YOLCULUK

Yolculuğumun üçüncü ve dördüncü haftası çok hareketli geçiyor. Her konuda bana yardımcı olmaya çalışan insanlarla karşılaştığım gibi bir lokma ekmek vermeyen insanlarla da karşılaşıyorum. Bazen tıka basa karnım doyuyor, bazen de gün boyunca yemek yemediğim anlar oluyor. Kötü yollar, dik rampalar, uçurumlar, sıcak hava, eriyen asfalt, soğuk insanlar, açlık ve yaşadığım ilk yaralanmalı bisiklet kazası… Tabii, kendimi en kötü senaryolara hazırladığım için ufak tefek! olumsuzlukların moral ve motivasyonumu bozmasına izin vermiyorum ve yolda karşılaştığım iyi insanların gösterdikleri sıcak ilgi bana en büyük teselli kaynağı oluyor…Bu öyle bir yolculuk ki; her an karşıma ne çıkacağını, hangi öğünde ne yiyeceğimi, gece nerede konaklayacağımı, karşıma nasıl insanlar çıkacağını ve neler yaşayacağımı bilmiyorum… Bilinmezliklerle dolu bir yolculukta bazen paranın satın alamayacağı şeyleri arıyorum bazen insanları tanımaya çalışıyorum bazen de hayatın ve mutluluğun gerçek anlamını arıyorum. Her şeyden önemlisi bu yolculuk; kendi rızamla ve kimseye bağlı kalmadan kendi içime yaptığım bir yolculuktur. Ya o derinliklerde kaybolup gideceğim ya da aradığımı bulacağım…

VELİ ABİ BENİ EVLENDİRMEYE ÇALIŞIYOR

Çaycuma’dan Bartın’a bisikletle gitmek çok kolay. Sadece iki rampası olan bu düz yolda pedal çevirmek büyük bir haz veriyor. Çevredeki köylülerin yol kenarlarına kurdukları taze sebze meyve tezgahları ise neredeyse her yüz metrede bir karşıma çıkıyor. İşte bu tezgahlardan birinde Veli abi ve Telkadun teyzeyle tanışıyorum. Veli abi tezgahın sahibi, Telkadun teyze ise onun köylüsü. Aralarında uzakta olsa bir akrabalıkları varmış. İkisi de çok hızlı konuşuyor, bazen ne dediklerini anlamakta güçlük çeksem de yine anlaşabiliyoruz. Bir taraftan bana ikram ettikleri meyveleri yiyoruz bir taraftan sohbet ediyoruz. Bir anda Veli abi Telkadun teyzeye dönerek;- Yahu senin o kadar kızın var gel onlardan birini Hasan’a verek. Bak efendi bir çocuğa da benzii, kısmet ayağına kadar gelmiş bulamazsın böyle damadı.- Neyy! benim kızlar onu beğenmez ki. Yüzüne bi bakıver hele sakaldan görünmi. Böle damat mı olu?- Kesiverir sakallarını nolcek sanki. Hasan kescen mi sakallarını?- Telkadun teyze bana kızını vercek de ben kesmez miyim bu sakalları ağda bile yaptırırım bi daha hiç çıkmaz vallaha. Sabahtan akşama tarlada çalışır, çapa bile yaparım. Bisikletimi de satar başlık parası diye Telkadun teyzeye veririm.- Duydun mu Telkadun, kescek sakallarını tarlada bile çalışır. De hadi ver kızını.- Olmaaazzz sakallı damat olmaaazz- Kescek ya sakallarını ne inat ediyon?- Olmaaazz sakallı damat olmaaazzzNe yaparsak yapalım Telkadun teyzeyi ikna edemeyeceğimizi anlayınca ısrarımızdan vazgeçiyoruz. Telkadun teyze kızını sakallı birine vermekten ben de sakallarımı kesmekten kurtuluyorum. Ama Veli abi pes etmiyor ille de seni everecem diyor. Tezgaha başka bir araba daha yaklaşıyor. Allah’tan arabada Veli abinin tanıdığı kimse yok. Bir fırsatını bulup Telkadun teyze ve Veli abiyle vedalaşarak Bartın’a doğru pedal çevirmeye devam ediyorum…

TÜRKİYE'DE BUKALEMUNUN NE İŞİ VAR

Motorlu araçlar nasıl benzinle çalışıyorsa ben de günde en az beş litre su içerek bisikletimin pedallarını çeviriyorum. Yol kenarlarında gördüğüm çeşmeler benim benzin istasyonum gibiler. Çok ilginçtir o kadar su içmeme rağmen tuvalete hiç gitmiyorum, bütün içtiklerim ter olarak vücudumdan dışarı atıyor ve bazen öyle çok terliyorum ki elbiselerim sırılsıklam olup vücuduma yapışıyor. Bartın’a doğru yol alırken karşıma çıkan ilk rampayı aştıktan sonra yol kenarında gördüğüm bir çeşmeye yanaşarak mataramda ısınan suyu değiştirmek istiyorum. Tam çeşmeye yöneliyorum ki ayaklarımın arasından hızla bir şey kaçıyor. Çeşmeden beş metre uzağa gidip arkasını dönerek bana bakan sürüngeni önce yılan sanıyorum. Biraz daha yaklaştığımda hem bukalemuna hem de kertenkeleye benzetiyorum. Ama Türkiye’de bukalemunun ne işi var diyerek en son kertenkele olduğuna karar veriyorum. O uzaktan bana bakmaya devam edince ben de fotoğraf makinamı getirip birkaç kare fotoğrafını çekiyorum. Ardından çeşmeden su içip mataramdaki suyu da değiştirdikten sonra yola devam edip Nihayet Bartın’a varıyorum.

BARTIN'DA KANDİL TATLISI ALMAK İÇİN SIRAYA GİRİYORUM

Bartın’da ilk olarak şehir merkezine uğruyorum. Her tarafı kaldırım taşlarıyla döşeli olan çarşısı trafiğe kapalı olduğu için bisikletle dolaşmak daha kolay oluyor. Eski belediyenin önünde toplanan kalabalığı görünce ben de merak edip kalabalığın arasına dalıyorum. Meğer bugün Berat Kandiliymiş ve toplanan kalabalığa belediye başkanı Cemal Akın tatlı dağıtılıyormuş. Ben de sıraya girip dağıtılan tatlılardan almak istiyorum. Her halimden yabancı olduğum belli olduğu için Belediye başkanı Cemal Akın beni yanına çağırarak kim olduğumu soruyor. Başkana kim olduğumu ve neden gezdiğimi anlatınca o da; ‘’bu gece seni ben misafir etmek istiyorum’’ diyor ve yanındakilere dönerek ‘’misafirimize bu gece konaklaması için bir yer ayarlayın’’ diye talimat veriyor. Kendi kendime ‘’Ulan yine dört ayak üstüne düştüm. Karnım doyacak, sıcak suyla duş alıp elbiselerimi yıkayabileceğim. Ohh! gel keyfim gel.’’ diyerek benim için ayarladıkları otele gidiyorum.

AMASRA'YA VARABİLMEK İÇİN EVEREST'İ BİLE TIRMANIRIM

Ertesi gün Bartın’da dolaşıp fotoğraflar çektikten sonra Bartın’ın ilçesi olmasına rağmen Bartın’dan daha ünlü olan Amasra’ya doğru yola çıkıyorum. Amasra’ya varabilmek için öncelikle dağları ve tepeleri aşmak lazım. Karadeniz’de mavi ve yeşilin içe içe olduğu, muhteşem manzaraları olan, balığı ve salatasıyla ün yapan bu küçük kasabaya gitmek için değil dağları ve tepeleri, Everest’i bile tırmanırım. Bu düşünceyle pedallara var gücümle asılarak o zorlu yolları aşıp, Amasra’yı bütün ihtişamıyla ayaklarımın altında göreceğim bir zirveye ulaşıyorum. Bir süre zirvede dinlenerek Amasra’nın o güzel manzarasını izledikten sonra kendimi rüzgarın kollarına bırakarak aşağı doğru inişe geçiyorum. Yollar o kadar rampalı ve virajlı ki bu yolları tekrar nasıl tırmanacağımı düşünerek hevesimi kaçırmak istemiyorum…

AMASRA'DA BENİ BARIŞ AKARSU KARŞILIYOR

Bu şirin ilçeye girer girmez her dükkanda asılı olan Barış Akarsu posterleriyle karşılaşıyorum. Biraz daha ilerleyip Kültür Park’a geldiğimde ise Prof. Tankut Öktem tarafından yapılan elinde gitar saçları savrulmuş bir Barış Akarsu heykeli görüyorum. Sokaklar tatil amaçlı gelen insanlarla kalabalık, mendirek sayesinde çarşaf gibi olan denizi ise tıklım tıklım dolu. Doğa ve tarihin iç içe olduğundan bahsedilir ya işte o bahsedilen yer tam da Amasra’dır. İnsanları da o kadar sıcak ve iyi ki, kime ne sorarsam hemen işini gücünü bırakıp yardımcı olmaya çalışıyor. Kalacak yer sorunumu halletmem için ise beni sahildeki Onaon Cafe’nin işletmecisi Mehmet Özkara’ya yönlendiriyorlar. Ben de biran önce çadırımı kurup terden ıslanan elbiselerimi değiştirmek için Onaon Cafe’ye gidip Mehmet Özkara’ya meramımı anlatıyorum. Mehmet abi cafe’nin denize bakan tarafında çadır kuracağım bir yer gösterdikten sonra soğuk bir soda! ısmarlıyor. İçtiğim o soğuk soda! bütün hararetimi alıp götürüyor...

BENİ UZAKTAN İZLEYEN YABANCI! VE ONAON CAFE

Çadır kurmak ilk günler çok fazla vaktimi alıyordu ama daha sonraki günler elim de alışınca en fazla 10 dakikada çadır kurma işini bitiriyorum. Ben çadırla uğraşırken bana çok da fazla uzak olmayan bir masadan beni izleyen bir amcaya gözüm ilişiyor. Bu amca aslında pek de yabacı gibi durmuyor. Allah Allah! Nereden tanıyorum bu adamı diye düşünürken bana seslenerek;- Delikanlı hoş geldin kolay gelsin.- Hoş bulduk amca teşekkür ederim.- Yardıma ihtiyacın var mı, geleyim mi?- Çok sağ olun, bitmek üzere son çiviyi çakıyorum.- Peki, bitir işini de gel bir şeyler içelim.Çadır kurma işini bitirip üzerimi değiştirdikten sonra bana seslenen amcanın masasına gidiyorum. O anda Mehmet abi de gelerek; ‘’bak! Hasan, seni Barış Akarsu’nun babası Selahattin amcayla tanıştırayım’’ diyerek bizi tanıştırıyor. Barış’ın ismini bir kez daha duyunca ve o anda babasıyla da tanışınca tüylerim diken diken oluyor. Selahattin amca Barış’tan her bahsedişinde gözleri doluyor ve oğlunun yokluğuna ne o ne de Amasralıların alışamadığını duygulu sözlerle ifade ediyor... Biz Selahattin amcayla sohbet ederken yanımıza Onaon Cafe’nin diğer çalışanlarından Umut ve Cafe’nin müdavimlerinden Işıkaltın Otelinin sahibi Tamer de geliyor. Akşam yemeği için Tamer beni kendi oteline davet ederken Selahattin amca’da, ‘’yarın akşam Akkonak köyüne gel seni barışın kulübesinde misafir edeyim’’ diyor. Tanıştığım bu güzel insanların ilgisi beni mutlu ediyor. Selahattin amcaya yarın onların misafiri olacağıma dair söz veriyorum ve Akşam yemeği için Işıkaltın oteline gidiyorum.

BU SALATANIN TARİFİNİ SADECE BİRKAÇ KİŞİ BİLİYOR

Amasra denince ilk akla gelen şeylerden biri de Amasra Salatasıdır. Bu salatanın içerisinde 22 çeşit sebze bulunuyor. Salatanın Amasra’ya özgü olmasının sebebi de bölgede yetişen garnitürlerin günlük toplanarak sofraya gelmesidir. Ayrıca bu salatanın tam tarifini ise sadece birkaç kişinin bildiği söyleniyor. Akşam yemeği için Tamer’in yanına gittiğimde bana Amasra Salatası, çupra ve soda! ikram ediyor. Yediğim salata gerçekten de anlatıldığı kadar varmış. Eğer yolunuz Amasra’ya düşerse bu salatanın tadına bakmayı unutmayın. Amasra’da bir gün kalmayı planlıyordum ama oranın güzelliği, Mehmet abi ve çalışanlarının sıcak ilgisi ve ikinci haftamın yazısını yetiştirememem bir gün daha kalmama neden oluyor…

NÜKLEER SANTRALLERE HAYIR!

Karadeniz sahil şeridi boyunca tanıştığım insanların çoğunun en çok şikayetçi olduğu konu bölgeye nükleer santrallerin kurulacak olmasıydı. Ereğli’den Zonguldak, Bartın ve Amasra’ya gelene kadar herkesin nükleer santrallere karşı sesini yükseltmeye çalıştıklarına şahit oldum. Ama en yüksek ses Ereğli ve Amasra’dan geliyordu. Kiminle konuşsam ‘’bölgemizde santral kurulmasını istemiyoruz’’ diyordu ve herkesin bu konuda duyarlı olması için bildiriler dağıtılıp, imzalar toplanarak mitingler yapılıyordu. Çünkü bölgede kurulacak olan nükleer santraller çevreye, doğaya ve insan sağlığına geri dönüşü olmayan kalıcı zararlar veriyor…

AMASRA'DAN AYRILAMIYORUM

Amasra diyorum başkada bir şey demiyorum. Resmen aşık oluyorum oraya ve insanlarına. O yokuşu tırmanıp Amasra’dan çıkmak deveye hendek atlatmak gibi geliyor. Gitmek istemiyorum ondandır belki. Oysa ne yokuşlar ne tepeler çıkmıştım ama hiçbirisi bu yokuşu çıkmak gibi zor gelmemişti bana. Daha yolun yarısında nefesim kesiliyor gidemiyorum artık. Arkamdan gelen bir pikap korna çalarak yanımda duruyor. Pikaptan inen üç kişi yardım edip bisikletimi pikap’ın arkasına atıyorlar anca öyle çıkabiliyorum güzelim Amasra’dan…

BARIŞ AKARSU'NUN KULÜBESİNDE BİR GECE KALIYORUM

Selahattin amcaya söz vermiştim, Akkonak köyüne gidip Barış Akarsu’nun kulübesinde kalacaktım. Sanki arkamdan kovalayan varmış gibi hiçbir yerde mola vermeden Barış’ın evine kadar yükleniyorum pedallara. Bazen öyle sert basıyorum ki, pedallardan kapı gıcırtısı gibi sesler geliyor. Daha önce de bu sesleri duyduğum için bisiklette sorun var mı diye hiç telaşlanmıyorum. Yüküm ağır, yollar şatafatlı, ben dalgın ve yorgun nihayet köye varıyorum. Selahattin amca beni köyün girişinde karşılıyor. Zaten ev köye girdiğimde karşıma çıkan soldaki ilk ev. Bu evde Barış Akarsu’nun yaşadığı daha bahçeye girer girmez anlaşılıyor. Kapıda Barış Akarsu’nun fotoğrafı altında da ‘’Barış Bahçesi Hoşgeldiniz’’ yazıyor. Bahçeyi yürüyüp kamelyaya doğru giderken saçları uzun, gözleri ve bıyıkları da tıpkı Barışa benzeyen bir genç dikkatimi çekiyor. Bu kişi Barış’ın kardeşidir demek istiyorum ama Barış’ın bir kardeşi olmadığını biliyorum. Selahattin amcaya bu genç kim diye sorduğumda; ‘’arkadaşıyla Rize’den otostop yaparak gelen bir Barışsever’’ diyor. Neyse, kamelyaya geçip Barışın annesi Hatice anne ve Rize’den otostopla gelen Barışsever gençlerle de tanışıyorum. Hatice anne bana sarılıp ‘’hoş geldin yavrum’’ diyerek yemek masasına oturtuyor ve yeni pişirdikleri mangal ve sıcak yemeklerle karnımı doyuruyor. Ardından meyvelerimizi yiyerek gece geç saatlere kadar sohbet ediyoruz. Bu öyle bir ev ki; çiçeklerinden kedisine, merdivenlerine ağaçlarına ve odasına kadar her tarafta Barıştan kalan bir şeylere rastlamak mümkün. Hatice anne de tıpkı Selahattin amca gibi barışı anlatırken yüreğindeki evlat acısı gözlerinden akan yaşlara karışıyor… Artık yatma vakti geldiğinde Rize’den gelen gençler Hasan ve Mustafa’yla birlikte Barış’ın o meşhur kulübesine giriyoruz. Kulübeden içeri girerken tüylerim diken diken oluyor. Bir zamanlar Barış Akarsu’nun mışıl mışıl uyuduğu ve en güzel zamanlarını geçirdiği kulübesinde bu gece ben uyuyorum…Sabah uyandığımda Hatice anneyi ve Barışsever gençleri göremiyorum. Onlar erkenden uyanıp Barış’ın Amasra’da olan mezarına gitmişler. Ben de Selahattin amcayla kahvaltı yaptıktan sonra onunla vedalaşıp tekne yapımıyla ünlü olan Tekkeönü köyüne doğru yol alıyorum.

TEKNE YAPIMIYLA ÜNLÜ OLAN TEKNEÖNÜ KÖYÜ

Karadeniz’de dağlar kıyıya paralel uzandığı için yollar hep dar, virajlı ve inişli çıkışlıdır. Yolculuğumun en zor parkuru da işte burada başlıyor. Yukarı çık, aşağı in, sağa dön, sola dön, bir de hava sıcak olunca düz yolda bir saatte gideceğim yollar en az dört saate çıkıyor… Tekkeönü köyüne de Akşam geç saatlerde ulaşıyorum. İlk işim köy meydanına gidip muhtarı aramak oluyor. Köylüler muhtarı bu saatte ancak meyhanede bulabileceğimi söylüyorlar. Ben de köy meyhanesine gidip muhtarı buluyorum ve ondan kalacak yer göstermesini istiyorum. Davut muhtar, önce ekmek arası köfte ısmarlayarak karnımı doyuruyor ardından yazıhane olarak kullandığı yere beni götürüp uyuyacağım kanepeyi göstererek yanımdan ayrılıyor. Bir kaç saat sonra yazıhanenin önünde duran bir araçtan üç kişi inerek bana doğru geliyor. O anda biraz tedirgin oluyorum ama yaklaşan kişilerin yüzlerini ışıkta biraz daha net görünce zararsız kişiler olduklarını hissediyorum. Gelen kişilerden biri muhtarın oğlu diğerleri de onun arkadaşları. Her gece sahilde masa kurup mum ışığı altında kahvaltılık bir şeyler yiyorlarmış. Muhtar, oğluna benden bahsedince onlar da beni o romantik! ortamlarına davet etmek için gelmişler. Birlikte sahile inip mum ışığı altında ve dalga sesleri eşliğinde gece kahvaltısı yapıyoruz…Sabah yazıhanenin perdesiz camından yüzümü ısıtan güneşle uyanıyorum. Eşyalarımı toparlayıp bisikletimi de hazırlayarak çekim yapacağım atölyelere gidiyorum. Kimi atölyelerde küçük balıkçı tekneleri yapılırken kimilerinde ise milyon dolarlık yatlar yapılıyor. Sahil şeridi boyunca köydeki bütün tekne atölyelerinde çekim yaptıktan sonra artık Kastamonu sınırlarına doğru yola çıkıyorum…

YOLCULUĞUMUN İLK YARALANMALI KAZASI

Bu hafta başıma gelen bütün olumsuzluklar Kastamonu sınırlarından içeri girmemden itibaren başlıyor. Zaten tırmanması zor olan rampalar o kadar dik ki, inişi de en az çıkışı kadar yorucu. Çoğu zaman tırmanışlarda bisikletten inip yürüyerek çıkıyorum. İnişlerde ise hem arka hem de ön frenleri tuta tuta iniyorum. Eğer fren tutmadan inersem bir dakikada saatteki hızım 70 kilometreyi bulur ve bu hızla karşıma çıkan ilk çakıl taşı benim dengemi kaybedip uçurumdan denize düşmeme neden olur. Kavurucu güneşin altında eriyen asfaltın kayganlaşması ise bütün sürücülerin korkulu rüyası gibi. Maalesef benim de korktuğum başıma geliyor ve fren tutarak rampadan aşağı indiğim esnada kayganlaşan asfaltın gazabına uğruyorum. Bir anda ne olduğunu bile anlamadan takla atarak yolun tam ortasına çörekleniyorum. Bacağımda ve kalçamda öyle ağır bir sızı hissediyorum ki ayağa bile kalkamadan en az üç dakika yolun ortasında öylece kala kalıyorum. Biraz sonra yoldan geçen bir araç beni yolun ortasında yatıyor vaziyette görünce hemen kenara çekip koşarak yanıma geliyor. Onun da yardımıyla yerden kalkıp yol kenarına geçiyorum ve vücudumda ciddi bir yara var mı diye kontrol ediyorum. Şükürler olsun ki bacağımda ve kalçamda oluşan birkaç morarmadan başka ne kırık ne de çıkık var. Bana yardım eden kişi bisikletimi de yol kenarına çektikten sonra istersem beni hastaneye götüreceğini söylüyor ama kendimi iyi hissediyorum diyerek kabul etmiyorum. Bir süre yol kenarında oturup dinlendikten sonra bisikletimde hasar var mı diye kontrol ediyorum. Gidon ve selenin yamulması ve frenlerin bozulmasından başka bir hasarın olmaması beni sevindiriyor. Hemen hasarları tamir edip karşıma çıkacak ilk eve gitmek için bisikletime biniyorum. Sol bacağımdaki ağrıdan dolayı pedal basamasam da yokuş aşağı inmem işimi biraz kolaylaştırıyor ve iki km sonra karşıma çıkan ilk eve giderek buz istiyorum. plastik bir bardak içerisinde bana verilen buzu bacağımda oluşan yaralara koyarak daha fazla şişmesini önlüyorum. Yaklaşık yarım saat dinlendikten sonra Kastamonu’nun Cide ilçesine varmak için yola devam ediyorum.

YARALAR İÇİN BUZ TEDAVİSİ

Cide’ye vardığım gibi belediye başkanı Nejdet Demir’i arayarak yolda kaza yaptığımı ve bir gün burada dinlenmem gerektiğini söylüyorum. O da Kastamonu Üniversitesi’nin uygulama otelini arayarak bana yer ayırttırıyor. Hiç vakit kaybetmeden otele gidip yaralarımın şişmesini önlemek için resepsiyondan buz istiyorum. Belli aralıklarla morlukların üzerine koyduğum buzlar beni biraz rahatlatıyor. Elbiselerimi yıkayıp sıcak bir duş aldıktan sonra üzerimdeki yorgunluğun etkisiyle de derin bir uykuya dalıyorum. Sabah kahvaltısını otelde yaparak Cide’yi gezmek için bisikletime biniyorum. Bisikletime biniyorum ama bacağımdaki ağrılar pedal basmamda beni çok fazla zorluyor. Bu halde uzun yol gidemeyeceğimi anlıyorum ama bisikletin üzerinde yük olmadan şehirde gezebilirim…


TURİSTSEN GEL, DEĞİLSEN GİT

Cide, Kastamonu’nun küçük bir ilçesidir. Rıfat Ilgaz’ın doğduğu yer olan bu ilçe, Karadeniz’in en uzun plajına sahip. (13 km) Hafta sonu olduğundan dolayı ilçe merkezinde çok da fazla insan göremiyorum. Dükkanların çoğu kapalı. Açık olanlar da tabir yerindeyse sinek avlıyor. Sahile indiğimde ise tatilcilerle birlikte ilçede yaşayan bütün insanların hınca hınç plajı doldurduğunu görüyorum. Her yerde olduğu gibi burada da herkes bana hello hello diye selam veriyor ben ise selamün aleyküm diye cevap veriyorum. Benim turist olmadığımı anladıkları anda yüz ifadeleri birden değişiyor ve bu defa somurtmaya başlıyorlar. Sahilde çadır kuran bir grup adam yine hello hello gel gel diye beni çağırınca yanlarına gidiyorum.- Selamün aleyküm!- Aleyküm seleam, turist değil misin?- Hayır, yerli turistim.- Hmm!- Oturabilir miyim?- (uzak bir yeri işaret ederek) yok, git orada otur.Neden böyle bir tepki verdiklerine anlam veremiyorum. Sanki turist olsam bildikleri üş beş ingizilce kelimeyle beni anlamaya mı çalışacaklar ya da ne kadar misafirperver olduklarını göstermek için kendilerini mi kandıracaklar? Gösterdikleri o uzak yere oturmadan, arkamı dönüp yanlarından ayrılıyorum. Ne tesadüfse artık kiminle konuşsam soğuk bir ifadesiyle bana cevap veriyorlar. Onların bu soğukluğu yiyecek bir şeyler isteme cesaretimi de kırıyor ve otele dönüyorum. Otelde sabah kahvaltısı haricinde diğer öğünlerde yemek çıkmadığı için otel müdürünün ikram ettiği tostla açlığımı yatıştırıyorum. Bacağımdaki ağrılardan dolayı Cide’de bir gece daha kalıyorum ve ertesi sabah otelde kahvaltı yaptıktan sonra Kastamonu’nun Doğanyurt ilçesine doğru yola çıkıyorum.Cide’den çıkmadan önce mataramda ısınan suyu değiştirmek için utana sıkıla mahalle arasındaki varoş bir eve uğruyorum. Kapıda çay içen aileden su istediğim de dünkü karşılaştığım tepkilerin aksine çok sıcak karşılıyorlar. Mataramdaki suyu değiştirip üstüne de bir bardak çay ikram ediyorlar. Çayımı içip suyumu da aldıktan sonra Cide’ye 70 km mesafede olan Doğanyurt’a pedal basıyorum.

AÇLIKTAN BAYILMAK ÜZEREYKEN GÖZLERİMİ CAMİDE AÇIYORUM

Yollar o kadar zor ki, İstanbul’dan geldiğimden beri hiç bu kadar zorunu görmedim diyebilirim. En kötüsü karşıma ne bir ev ne de bir köy çıkıyor. Dünden beri adamakıllı yemek yemedim. Kurt gibi acıkmışım, su ihtiyacımı ise yol kenarlarında gördüğüm çeşmelerden karşılıyorum. Sıcak havanın etkisiyle gücümü git gide kaybetmeye başlayınca mola sayılarım da artıyor. Arada bir çantamdaki kuru üzümlerle açlığımı gidermeye çalışıyorum ama nafile. Kendimi biraz daha zorlayıp Denizkonak köyüne ulaştığımda karşıma çıkan ilk eve giderek bahçede oturan kadınlardan yiyecek ekmek istiyorum. Kadınlardan biri misafir olduğunu diğerleri ise evde yiyecek olmadığını söylediğinde çaresizce oradan ayrılıp yoluma devam ediyorum. Artık başımın döndüğünü hissediyorum. Henüz köyden çıkmadan bir anda bisikletimin beni köy camisine götürdüğünü fark ediyorum. ‘’Allah Allah! Ulan köy camisinde yemeğin ne işi var ya da ben öldüm de haberim mi yok’’ diyorum kendi kendime. Caminin önünde durup yarı aralık olan kapıdan kafamı içeri sokuyorum. Karşılaştığım manzara beni hayretler içinde bırakıyor. Çünkü içerde oturan bir grup kadının yemek yediğini görüyorum. ‘’Galiba açlıktan serap görmeye başladım.’’ Hemen kapıyı kapatıp yanlış yere mi geldim diye etrafa bakınıyorum. Hayır, yanlış yerde değilim ve geldiğim yer gerçekten de bir cami. Tekrar kafamı içeri sokup baktığımda manzaranın değişmediğini görünce kısık bir sesle; ‘’yoldan geliyorum, karnım çok aç, yiyecek bir şeyiniz var mı?’’ diye sesleniyorum. İçerden; ‘’Yiyecek çok şey var. Gel otur sana yemek hazırlayalım’’ diye bir ses geliyor. Başımı önüme eğip giriyorum içeri ve bir köşede oturuyorum. Biraz sonra önüme kavurma, etli nohut, taze fasulye ve bir bardak fanta koyuyorlar. O kadar acıkmışım ki hepsini bir çırpıda silip süpürüyorum. Camide karşılaştığım bu ziyafetin hala gerçek olup olmadığını da düşünmeden edemiyorum ve bu işin kerametini beni doyuran kadınlara soruyorum. Meğer bunlar her yıl ölenleri için mevlit okutup yemek dağıtıyorlarmış. O yemeklerde kısmetim olduğu için benim de yolum oraya düşmüş. Allah onlardan ve ölenlerinden razı olsun diyerek bir Fatiha okuyup camiden ayrılıyorum…Denizkonak köyünden sonra geçtiğim ilk köy Uğurlu köyü oluyor. O köyde de bana gazoz, çay ve su ikram ediyorlar. İki gün boyunca açlıktan zil çalan midem artık tıka basa dolu bir vaziyette Kastamonu’nun Doğanyurt ilçesine varıyorum…

BİSİKLETİMİ ZODİAC BOTLA GEZDİRDİM

Doğanyurt’ta belediye çay bahçesine gidip çadırımı kuruyorum. Orada 5 yıl üst üste off road şampiyonu olan Kenan Çarpışantürk ile tanışıyorum. Kenan abi, eşi ve çocuklarıyla 20 yıldır Doğanyurt’a gelip tatil yapıyormuş. Bu yıl da karavanasını, motosikletini ve zodiac botunu alarak buraya tatile gelmiş. Adam 55 yaşında ama hareketliliği ve doğa aşkıyla yirmili yaşlardaki gençlere taş çıkartıyor. Bir gün kaldığım bu ilçede Kenan abi bana unutamayacağım anlar yaşatıyor. Önce motosikletiyle oradaki en yüksek dağa çıkıp buz gibi akan kaynak suyundan içiyoruz ardından bisikletimi zodiac bota bindirip denizde tur atıyoruz. Sanırım tarihte benden başka bisikletini zodiac bota bindirip gezdiren kimse olmamıştır. Düşünsenize ufuktan hızla bir bisiklet yaklaşıyor…

İNEBOLU'DA ÜÇ GÜN KALIYORUM AMA ANLATACAK ÇOK ŞEYİM YOK

Kenan abiyle geçirdiğim o güzel saatlerden sonra Atatürk’ün şeref madalyası verdiği Kastamonu’nun İnebolu ilçesine gidiyorum. İnebolu’nun bir diğer adı ise Yiğit İnebolu’dur. Kurtuluş Savaşı’nda büyük kayıplar vermesine rağmen vatandaşlarının da büyük hizmetler verdiği bu ilçe aynı zamanda Şerife Bacı’nın da doğum yeridir. Küçük ve şirin bir çarşısı vardır ve evlerinin çoğu tarihi ve ahşaptır. Sokakları buram buram tarih kokar, doğası ve denizi insanı kendisine hayran bırakır. Haftalık yazımı yazmak için iki gün kalmayı planladığım İnebolu’da üç gün kalıyorum. Bir gece sahilde çadır kuruyorum diğer iki gece ise İnebolu Kaymakamı Köksal Yılmaz sayesinde öğretmen evinde kalıyorum. Üzülerek şunu da belirtmek isterim ki İnebolu’da kaldığım bu üç gün boyunca çoğu zaman yine aç kalıyorum. Üzülmemin nedeni aç kalmam değil, Kastamonu’nun köylerinde gördüğüm misafirperverliği ve yardımseverliği İnebolu halkından görmememdir. Belki istisnalar beni bulmuştur diyerek bunu da oradaki şanssızlığıma bağlamak istiyorum. İnanır mısınız çarşıdaki beş tane lokantaya gidip ‘’karnım aç, param yok eğer bana yiyecek bir şeyler verirseniz karşılığında bulaşıklarınızı yıkar işlerinizde yardımcı olurum’’ diyorum beşinden de ‘’patron burada yok’’ denilip kapıdan gönderiliyorum. En sonunda bir manav ve yanındaki ekmek fırını bana domates, salatalık, üzüm ve ekmek verip açlığımı gideriyorlar… Karşılaştığım diğer insanlar ise sırf gazeteci olduğum için bana yardımcı olup yiyecek bir şeyler veriyorlar. Her şeye rağmen İnebolu gerçekten paranız olduğu zaman gidilip görülmesi gereken muhteşem bir yer diyorum…Üçüncü ve dördüncü haftanın sonunda toplamda yaptığım yol: 896 km ve 75 olan kilom 74’e düşüyor.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

İlk defa bugün kendimden bu kadar korktum ...

Bugün ilk defa..

ama

ilk defa...

kendimden bu kadar korktum.


İlk önce minik bir tebessüm, sonra giderek yükselen ve kalabalıklaşan bir gülümseme, sonra sarsıntılar geçiren, bir kor gibi yanan deli dumrul bir kahkaha.

Neden bu neşe_???

alt tarafı bir cümle, 4 kelime 2 virgül ve 1 noktadan oluşan bir cümle mi beni bu kadar güldürdü. Ben ki nice gülünesi şeyleri gülmeye değer bulmayan garip yaratılış, neden güldüm ki bu kdar. Hep derdim ben herşeyin en ucunu yaşıyorum diye ama inan bana, inan ki bana bu kadar uçlarda dolaştığımı bilmiyordum.

Peki ya o ağlamak da neyin nesi_??

Neden bu ağlamak _??

Neyi bu kadar içime attım da kahkahamın noktasını koyduktan sonra gelen kelimemin ilk harfini gözyaşım yaptım. Bu kadar gülme arkasından satır başı yapılmamış bir ağlamak hayra alamet mi _?

Ağlamak ama nasıl ağlamak, tek bir damla gözyaşını ziyan etmeden, aldığım nefesi geri vermeyi istemeyecek, damarlarımı kabartacak ve annemi korkutacak kadar derin bir ağlamak...

Biliyordum içli bir insan olduğumu ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Biliyordum bu kadar deli ve dengesiz olduğumu ama hiç bu kdar kendimden korkmamştım.

Neyin birikimiydi bu, bu kadar _??


Ellerimin titremesi, ilk defa nargile içmişim gibi başımın dönmesi, yanağımdaki gözyaşı ve dudaklarımdak tebessüm ile uykuya dalmak kısa bir süreliğine ve rüyanda Pier loti'de huzur içinde çay içiyor halde yakalamak Lal'i.

Hiçkimse anlayamayacak beni, hiçkimse duyamayacak demek istediklerimi, en iyisi hiçbir şey dememeli...

İyi ki varsın Lâl...
İyi ki varsın Pier Loti...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Kaliteli bir yasam yasamak istiyorum..

eger cevaplarimi bulamasaydim nasil devam ederdim boyle yasamaya...

eger arkasina sigindigim bir sebep bir amac olmasaydi nasil bulurdum onca gucu kendimde
.....

simdi ceplerimdeki sorulari birer birer denize firlatip cevaplarimla aydinlatiyorum gunlerimi..
.....
kaliteli bir yasam istiyorum. Cok sey mi _?

Hayir' oldukca yanildin !! Luks restorantlarda yemekler yiyip, son model arabalara binip, en guzel, en pahali kiyafetleri giymekten bahsetmiyorum

Bunlar insanlarin eksik ama pahali hayatlarina ordukleri birer yama sadece yine pahali kumaslardan yapilmis. Gelip gecen gunun ve gunesin gunden gune erittigi bir kumas parcasi.

Benim kaliteli yasamim farkli...
Insanlar goruyorum her gun ise gidip gelen. Ve Tanrim diyorum icinden bu insanlar Yasamak icin mi calisiyor, calismak icin mi yasiyor!!!!! Sonra ogrendim ki bu insanlar aksam gusel bir yemek yiyip, yaz aylarinda da 20 gunluk tatile cikmak icin yasiyorlar, bir de uzerlerindeki 2 takim elbise icin.....
Eger kendi amacimi bulamsydim nasil nefes alip verirdim bu insnlar arasinda.

Karar verdim. gucumun yettigi noktaya kadar kendi gezegenimde kendi kaliteli yasamimi yasamaya calisacagim. Meslegimi, beynimi buyuk bir fabrikanin markasini daha da uzn yasatmak icin kullanmayacagim ya da herhangi bir firmanin buyuk buyuk buyuk patronunun cebini daha da cok kabartmak icin kalemimi oynatmayacagim.
Bilmiyorum; anlam veremiyorum daha da oturmamis pek cok parca var aslinda canimi sikan. Ama emin oldugum tek bir nokta varsa o da ileride calistigim kurumun sivil, toplumsal bi amaca hizmet edecek olmasi. Birine yararinin dokunmasi kadar guzel bir duygu var midir hayatta, sadece bir insan bile olsa onu mutlu edebilmek ona birlikte yasama adina bir deger katabilmek daha degerli degil midir patrona bu ay daha cok kazandirmaya calismaktan sorarim sizlere ?

Kendi utopik toplum hayalime adim adim daha da yaklasiyorum ve goruyorum, hissediyorum Asteks daha da yaklasiyor bana, ona giden yollari daha da aydinlatiyor boyle oldugu zaman. Ama daha yolum var ulasabilmek icin utopik gezegenime. Dunya bir imtihan derler ya, gercektn de oyle ve ben ayri bir konudan daha imtihan oluyorum. : Bu duzen icinde kendimi, ruhumu, hayallerimi nasil ve daha ne kadar muhafaza edebilirim.

Yol uzun... Yol zorlu... Dunya aldatici ve ben dunyadaki duzenin hicbirine hicbir sekilde uymuyorum. Alacali kaliyorum biraz biraz hepsinden hepsinden birer parca ama ayni zamanda ise hicbirine ait degil, hatta onlardan apayri ve umitle dolu....Asteks ise hayallerimde cok guzel ve serin gulumsuyor bana, sirf bu hayal bile yeter gunlerimi, o uzuunn yolculuk saatlerimi aydinaltmaya
EE o zaman ne diyelim unlu bir siyasetcimize (!) nazire ile

DURMAK YOK ' YOLA DEVAM....

20 Ağustos 2010 Cuma

kendi hayatında ayakta uzun yola giden yolcu tedirginliği -2

O olmazsa yaşayamam
O olmazsa yasayamam demiyeceksin
Demiyeceksin işte
Yasarsın çünkü
Oyle beylik laflar etmeye gerek yok ki
Çok sevmiyeceksin mesela
O daha az severse kırılırsın
Ve zaten genellikle O daha az sever seni
Senin O nu sevdiğinden
Çok sevmezsen cok acımazsın
Çok sahiplenmeyince çok ait de olmazsın hem
Çalıştıgın bınayı, telefonunu, masanı,kartvizitini
Hatta elini ayagını bıle cok sahıplenmıyeceksın
Senın deıllermıs gıbı davranacaksın
Hem hiçbir şeyin olmazsa kaybetmektende korkmazsın
Onlarsızda yasayabılırmıssın gıbı davranacaksın
Çok esyan olmayacak mesela evınde
Paldır kuldur yuruyebıleceksın
ıllede bırseylerı sahıpleneceksen
Çatıların gokyuzuyle bırlestıgı yerlerı sahıpleneceksın
Gokyuzunu sahıpleneceksın
Gunesı ayı yıldızları
Mesela kuzey yıldızı senın yıldızın olacak
O benım dıyeceksın
Mutlaka sana aıt olmasını ıstıyorsan bırseylerın
Mesela gokkusagı sana aıt olacak
Illede bırseye aıt olacaksan renklere aıt olcaksın
Mesela turuncuya yada pembeye
Ya da cennete aıt olacaksın
Cok sahıplenmeden
Çok aıt olmadan yasayacaksın
Hem her an avuclarından kayıp gıdecekmıs gıbı
Hemde hep senın kalacakmıs gıbı hayat
Ilısık yasayacaksın
Ucundan tutnarak..
Can Yücel

19 Ağustos 2010 Perşembe

kendi hayatında ayakta uzun yola giden yolcu tedirginliği


Alışmak......


Nedir ki alt tarafı 3 hecelik bir kelime.... 3 hece olduğuna bakma sakın, çeşidi boldur. Her bedene ve kiloya göre alışma çeşidi mevcuttur : düzene alışmak, ramazana alışmak, ayakkabının küçük parmağı acıtmasına alışmak, vapurlara alışmak, yemekhanede patlıcan yemeğe alışmak, internete alışmak, sevmeye alışmak, sevilmeye alışmak, sevgili olduğu zannedilene alışmak vs....



Çeşidi boldur ya, iğne deliği kadar açık vermeye gör, giriverir hayatına. bBir girdimi de insanın kendisine dahi yer mekan kalmaz hayatında , kendi hayatında ayakta uzun yola giden yolcu tedirginliğinde olursun. Bakabildiğin sadece yolun uzayıp giden şeritleri olur, sağa bakarken akıp giden manzara başını döndürür, sola bakarken insanlarla göz göze gelme korkusuna kapılırsın. Önünde uzayıp giden yola bakarsın ve içinden geçirirsin " gidilecek daha çook yol var daha " diye.


In the headlights,

staring bleak

Beer cans, deer's eyes

On the asphalt, underneath

Our crushed plans, and my lies

Lonely street signs, power lines

They keep on flashing, flashing by


Tedirginsindir, diğer ayakta giden yolcuların kendi kişisel alanına girme tehlikesinden huzursuzsundur, koluna kimse değmemelii kimse hayat tortularını üzerinde bırakmamalıdır ve kimse senin hayatını bilecek kadar yakın olmamalıdır sana, sanki bir adım daha atsa parfüm kokunu daha iyi duyacak ve hayatının tüm ayrıntılarını öğrenecek sonra tedirgin bir hırsız edasıyla, ara sıra arkasına bakarak hayatının havalandırma boşluğundan usulca süzülüp gidecek..


And we keep driving,

into the night

It's a late goodbye,

such a late goodbye

And we keep driving, t

o the nightIt's a late goodbye


Tedirgin gidersin yolculuk esnasında bu yüzden, hayata çoğul katılmayı istemek ama inatla ve inatla kendini tekilliğe itmek böyle bir şey olsaa gerek, uzayıp giden yol boyunca, hayat üzerine iki kelam edip, yolculuğu paylaşmak varken, korkularınla baş başa kalmak ve tedirgin bir yolcu edasıyla son durağın gelmesini beklemek...


Alışmak... işte bu kadar illet 3 heceli bir kelime...Düzen insanları pek de rahatsız olmazlar aslında , !!!!! Onlar ki alışmaya bile alışmışlardır !!!


Ama ah ben, ben yok mu ben .. Alışmanın kokusunu 50 metre uzaktan alırım, sinsi sinsi yaklaşır yanıma, der ki mahzun bakışlarıyla : "Otobüs kalabalıktı başka yer yok !" . Ne sen kıpırdayabilirsin ne de o kıpırdamak ister. Kolay değildir hani, yolculuğunu paylaşırsın alışmakla. Ne zaman otobüs dursa ve bir yolcu girse kapıdan içeri, kendinden emin ve güvenli bakışlarla, dik omuzlarla, ince ince terlerim ben ya benim yanıma gelir de yalnızlığımı paylaşmak isterse diye. Çünkü bilirim, alışmanın ineceği durak benim ineceğimden bir önce ya da bir sonradır.. Hiçbir zaman aynı duraktan el sallamayız ki geçip giden otobüse biz ....


Your breath,

hot upon my cheek

Can we cross, that line

You made me strong,

when I was feeling weak

Can we cross, that one time

Screaming stop signs,

Staring while lights keep on flashing,

Flashing by


Alışmayı uzaktan tanırım ben, kendinden emin bir duruşu vardır, başını gökyüzüne doğru kaldırır, bulutların üzerinde kaybettiği bir şeyi ararmışçasına dikkatle inceler gökyüzünü. Alışmanın kokusunu 50metre öteden alırım ben ve böyle zamanlarda daha da sıkı sarılırım kendi kokuma. Çünkü bilirim hiç bir alışmak kalıcı değildir ve inandırıcı değildir.

Hem alışırsam alışamaya ona ihanet etmiş olmam mı _? Alışırsam onu, "O" sanmam mı onu , onda "O"nu görmeye çalışmam mı ( anlaşılmasın diye böyle yazıyorum zaten çaktırma ) ki zaten o değildir gelen ve hiçbir zaman "O" olamayacaktır, olmaya cesaret edemeyecektir korkaktır, bir kaç beden ufak kalacaktır hayat ölçüsü. Tedirgin bir yolcu nasıl huzursuz olursa yeni tedirgin bir yolcu karşısında, ben de alışmak karşısında aynı hisleri yaşarım.


Don't grin from ear to ear,

when he sees the hand he's dealt us

Points at your flaming head,

and playing hide and seek

I can't breathe easy here,

At yourself grown old and weak


Alışmak da şüphelidir aslında, şüphecidir ve muhtemelen gelirken korkularını da getirmiştir yanında. Onun korkuları, benim korkularım, kaldıramam ki hepsini bir arada, Ben bir garip yolcu kendi yükünün ağırlığı altında ezilen kimsenin yükünü hafifletemem ki. Bu yüzden sakınırım kendimi alışmaktan, çünkü alışmak giderken yükünü hep bende unutur ve ben kendi yükümün yanına koyarım Alışmanın yükünü de...Daha da ezilirim yüklerim altında ....


And we keep driving,

into the night

It's a late goodbye,

such a late goodbye

And we keep driving,

to the night

It's a late goodbye


Peki ya gitmezse alışmak, gidemezse, korkusu korkuma, kokusu kokuma karışırsa, yüküm ağır biraz da sen taşı demeke yerine, hadi gel pılını pırtını, yükünü, yükümüzü atalım yuvarlayalım camdan aşağı derse, ah bir dese.... o zaman "hayat" olur alışmak.....




Pardon şoför bey , bikaç durak daha var gideceğim yere biliyorum ama BİZ inebilir miyiz musait bir hayatın köşesinde, dışarıda hava çok güzel de...

http://dai.ly/a79oKC

Kayi hadi kalk, Çıkıp dolanalım biraz....

15 Ağustos 2010 Pazar

Kinyas ve Kayra'dan aklımızda kalanlar...

kaybedenlerin oykusu mu? alakasi yok. kayip ku$ak mi? hayir.

bo$luk... hiclik... her $ey... hicbir $ey...
dogru cevap hicbiri ya da hepsi.
ne farkeder? hicbir $ey.
sutle birayi kari$tirip icmek gibi bir $ey.

..........................................................


"hiçbir şey yok!hiçbir şey yok!hiçbir şey yok!artık zamanı geldi.artık acı zamanı.şiddetin şiiri duyulmalı,kargaşa başlamalı,insanlar ağlamalı.dünya üstündekileri kusturacak kadar hızlı dönmeli."


.....................................

kayra
"mutlu olunabileceğinin en büyük kanıtıyım.insanlık,ahlak ve toplum adına onu da kurtarmak istiyorum.gerçek isminin kayra olmadığını hatırlamasını istiyorum.ve artık bilmesinin zamanı geldi!gözlerini açmalı.nefsine sahip çıkmasının zamanı geldi.hayat reddedemiyeceği kadar güzel ve gerçek.bu hayatta umut,sevgi,dostluk,insanlık var!ölüm ise boş bir kağıt!
kayra,yolculuğunun parçaladığı hayatını toplayıp geri dönmelisin.çünkü burada her şey var!...her şey var!her şey var!"
kinyas

.........................................


"kin'in yas'ından eser kalmaz bu gidişle. ismim ahmet olur. pierre olur. insanın hayvanından eser kalmaz bu gidişle. mesleğim işçilik olur. politikacılık olur. hayatın ölümünden eser kalmaz bu gidişle. evim uyku olur. kinyas rüya olur..."


......................................



kayra olası geliyor da kinyas kalıyor sonunda..

.......................................



çok şey gördüm, beni yüzüstü gömün...


.................



"ne kadar yalnızsan o kadar uzaga gidersin. ne kadar terk edersen o kadar ölürsün"

........................



uyumadım. pişman olmadım. kendimden bile. ben gerçektim. dünyanın en gerçeği! bana ait bir gezegen bulana kadar insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim…biliyorum, beni linç edecekler. beni bütün dünya öldürecek. en derinde benim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak…aranızdayım her gece. dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde şam’dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle…

benim adım yok…çünkü ben yokum.delirdim.yetmedi.delirttim.iğrendirdim.dünya bendim…


.........................................



"benim adım kinyas. ismimi kendime ben verdim. bitmeyen bir öfke ve mutsuzluğun ifadesi. bütün insanlara kızgınım. yaşadıkları için. hayattan midem bulanıyor... ateşle oynarım. yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim.
benim adım neron. geceleri çaldığım arabalarla gezerim. tokyo'da doğdum. iki zenciye üç gram kokain karşılığında bileklerimi kestirdim. sabah uyandığımda okyanus beni yıkadı.
benim adım steve mcqueen. bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyorum. david bowie'yi rüyamda gördüm. sabah bir gözüm yoktu.
benim adım kaygusuz abdal. tanrıdan vazgeçtim. ölmekten vazgeçtim. çünkü ölürsem ve
yukarda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem
gerekecekti. ölmek istemiyorum çünkü tanrıyı da öldürürüm diye korkuyorum. ve böyle bir vefata benden başka kimse dayanamaz. hayatımı diktiler. oysa ben yırtmak için çok uğraşmıştım.
benim adım deacn moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üstüne yattım. beş bin film seyrettim. her şeyin farkına vardım. farkına varılacak bir şey kalmayınca sıradaki hayat gelsin dedim. ne gelen var ne de giden sadece kinyas ve ben.. kendimi tanıyamadım. zamanım olmadı. binlerce dilim pizza yedim. pepperonili ve siyah zeytinli.
benim adım houdini, ayak basmadığım yer kalmadı. kalan varsa onları da amuda kalkar geçerim! şiir yazdım. tam üç tane. birini rendeleyip makarna sosuma kattım. diğerini yakıp küllerini kum saatine koydum. zaman kazandım böylece. sonuncusunu ise şimdi yazdım. işte geliyor:

sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
değiştiriyorum son kelimelerimi.
değiştiriyorum sonumu."


................................



yaşayarak intihar etmeyi seçenlere yardım edilemez. bir stil meselesi. ya ağzına sıktığın bir otuzsekizlik ya da ölene kadar oksijenle zehirlenmek. seçersin ölümü.


.................................


dünya boşuna dönüyordu. kaza yapıp ters dönmüş bir arabanın boşa dönen arka lastiği gibi...


.......................


''biraz önce kayra'nın sesini duydum. başlamıştır rüyalarını saymaya. onun da ölmesini engelleyenler, işte o rüyalar. uyku, hissederek yapabildiği son iş. elinde kalan son huzur. rüyaları ise yeryüzünde bir türlü arayıp da bulamadığı evi.
ama o, ev fikriyle kendini rahatlatırdı. yolculuğu, gecesi ne kadar kötü geçerse geçsin dönebileceği ve hiçbir şey olmamış gibi kendisini bekleyen bir evin olması, hayatındaki bütün tehlikeli işleri yapabilmesini sağlıyordu...
ama bir gün, çok kötü bir şey oldu. yazdığı kitabı yeni bitirmişti. evet, kayra çok iyi bir yazar olabilirdi. eğer bu kadar nefret etmeseydi mürekkepten ve bu kadar uyumasaydı...''

.....................................



''kayra, 'ne kadar yalnızsan o kadar uzağa gidersin. ne kadar terk edersen o kadar ölürsün.' demiştik. hatırlarsın... seni abijan'daki otel odanda gördüğün rüyalardan uyandırdığım için pişman değilim... ama bil ki, zihnin cehennemindir. sonsuza kadar yaşayacak. senin gibi. öldüğünde ise, sen orada olmayacaksın ne yazık ki!''

...................................


''bir adım daha atsam çıkıcaktım. sadece insanlıktan değil, bütün dünyadan. insanın kendi imkanlarıyla bir uzay mekiği inşa etmesi böyle oluyor işte. önce deneme mahiyetinde fırlatılan maymunlar gibi birkaç duygu bindiriliyor mekiğe. sonra da bütün beden, bütün beyin hazırlanıyor, dünyanın dışına yollanmaya. tek amaç, ay'a benzeyen bir uydu olmak.
dünya güzel ama çok uzaktan diyebilmek...''


..........................


''terk ettiklerimi dikiz aynalarında aramak artık acıtmıyordu beni...''

''ama birden farkettim ki ne ben, ne de başka birisi hiçbir yere ait değildi. aidiyet bir kandırmacaydı küçük çocuklara anlatılan. hiçbir yerde hiç kimse beklemiyordu beni.''


............................


''nasıl bu hale geldim? nasıl bu kadar insanlıktan çıkabildim? seyrettiğim filmlerdeki kahramanların gerçek olabileceklerine nasıl inandım? romanların, tuvalette okumak için yazılmış olabileceklerini nasıl düşünemedim?''


................


''bütün hayatımız boyunca beklediğimiz ve nereden geleceğini bilmediğimiz huzuru arıyoruz. ve tükenmez huzur arayışımız hayatta kalmamızı sağlıyor. aslında yalan söylüyorum. ben hiçbir şey aramıyorum ve beklemiyorum. sadece duruyorum. kaçanı da durduruyorum. ''durun!'' diyorum, ''gitmenize gerek yok. onlar size gelirler.'' ''


........................


''gerçekten de hikayenin sonuna geliyoruz. ve çok yükseklerden düşeceğiz. unutuyoruz. hissetmiyoruz. istemiyoruz. yaptıklarımız, daha çok eski alışkanlıklar. konuşmalarımız, elli kelimelik bir bulmaca. çok fazla tanıdık hayatı. şimdi kusma zamanı! ama her tükürdüğümüz pislik, yanında bizden bir parça da götürüyor...''

..................


''bir sabah hayallerimden uyanıp hiçbir şey hatırlamayacağım.

korkmaya gerek yok! günahlarınızı ben unuturum. siz işlemeye devam edin...''


....................................


''resmin sınırı fotoğraftı. müziğin sınırı da makinelerden çıkan sesler oldu. her uyuşturucu kendi tarzını yarattı. insanlar beyinlerini uyuşturma yöntemlerine göre sınıflara ayrıldılar. hepsi kendini kandırdı. benim kandıracak kimsem yoktu. çünkü kanmış olarak doğmuştum!''

..........................


''kim kimi kurtarabilmişti şimdiye kadar? beni kim kurtaracaktı? ''kurtuluş'' dedim ''ankara'da bir mahalle.'' fazlası değil. belki bir de bob marley'in en iyi şarkısı. daha fazla düşünmeye gerek yok. adı her yerde, kendisi yok. kurtulmaya gelmiyoruz bu dünyaya. daha da saplanmak için buradayız. dibine kadar. onun için çürüyor bedenlerimiz ölünce. mısırlılar uğraşmış efendileri kurtulsun diye. ama nafile. çaresi yok. kurtuluşu beklemek yararsız. gelmez çünkü. kontenjan dolmuş. biz daha çok kötülüğün sınırını zorluyoruz.
mucizeler bitti. doğmak yeterince mucizevi. başka bir tane daha beklemek aptalca. ölmek de ikincisi. bunların arasında da bir şey yok. kimse beklemesin...

anladım bir yangın merdiveni olmadığını. hayatın arka kapısı yoktu. gizlice sigara içilen karanlık bir boşluğu bile yoktu. her şeyi bilen, her şeyi bilmeye devam ediyor ve bana gülüyordu.''

''ağlamak için gidiyordum. etimin parçalanışını görmek için gidiyordum. ruhsal hayatımla alay etmek için, bildiğim her şeyle mücadele etmek için dönüyordum. ne kadar dayanabileceğimi, ne kadar duyarsız olduğumu anlamak için gidiyordum, sokaklarında tesadüfen babamı görebileceğim şehre...''

''hepsinden de uzakta olmak istiyordum. dışarısı hayatın kaynadığı yerdi. ama ben istemiyordum o hayattan. hayır! sokakta yeterince zaman harcamıştım. biliyordum neler olduğunu orada. kimse gelip anlatmasın bana, sokaklarda olup bitenleri...''

''yıllar önce, okuduğum kitaplardaki, seyrettiğim filmlerdeki yalnız insanlara özenirdim hep. yalnızlara. konuşacak kimsesi olmayanlara. sonra hayat beni buralara getirdi. tabii ayaklarımın azımsanamayacak yardımıyla. ve artık o roman karakterlerinden biri oldum. o kitaplardaki yalnızlığı çok gösterişli bulurdum. aynı zamanda da korkutucu. kendime ''bu kadar yalnız kalınabilir mi?'' diye sorardım. ''sosyal hayvan insan, dayanbilir mi kimsesizliğe?'' ama artık biliyorum yalnızlığın korkulacak bir yanı olmadığını... tabii bunu ruh sağlığı yerinde ve içlerinde tek bir kişilik taşıyanlar için söylemiyorum. sözüm benim gibi içinde binlerce ruh taşıyanlara, uzakdoğu efsanelerindeki canavarlar gibi yedi kafalı tek bedenli insanlara. ben hep kalabalık oldum. şehrin uzağındaki bir semte giden, günün tek otobüsü kadar kalabalık. tıkış tıkış! herkesin üst üste olduğu bir otobüs kadar. dolayısıyla iyi geldi bana yalnızlık. kendime yeterince zarar veriyordum. ve bir de dünyanın vereceği zararları ortadan kaldırmanın imkanı olmadığına göre, yoklarmış gibi davranarak yalnızlığı seçmek en doğrusuydu...
yalnızlık kurşun geçirmez. dostluk, aşk, aile geçirmez. hiçbir şey geçirmez. dışarıdan sokmadığı gibi içeriden de çıkartmaz. cerahat yapar. antibiyotiğini de kendinde besler. yeter ki nerede olduğu bulunsun... ruhun nerede olduğunu düşünürüm bazen. vücudumun neresinde? sonra kara veririm. ruhum, bedenimin bittiği yere kadar...''

''dönüp bakıyordum geçmişime... sadece iki renk hatırlıyordum. kırmızı ve siyah.''


Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendi­me ben verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan mi­dem bulanıyor... Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabili­rim. Benim adım Neron. Geceleri, çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. İki zenciye üç gram kokain karşılığında bilek­lerimi kestirttim. Sabah uyandığımda okyanus beni yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyo­rum. David Bowie'yi rüyamda gördüm. Sabah bir gözüm yoktu. Şi­ir yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini yakıp küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazan­dım böylece. Sonuncusunu ise şimdi yazdım. İşte geliyor:

Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.

..........................

Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan ko­palı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı sa­at yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmak­tan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bi­lirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmek­ten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem ge­rekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara İstiaresi'ne karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişe­bilmek için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı ol­duğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.

Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılık­tan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir mad­deye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumla­rımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri
işe yaramadı...

Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sa­yısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ce­set sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına va­rılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıya­madım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım bo­yunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. İçin­de boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...

Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar in­sanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde be­nim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak... Ara­nızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...

Gittim, caz dinledim. Duke Ellington'ın plağıyla kendilerini ke­sen kadınları gördüm... Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı incele­dim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe ya­ramak. Hiçbirine inanmadım. Tespihle adam boğdum. Ben doğ­dum ! Oysa güneş batıdaydı. Ben geceye geldim. Aya misafir ol­dum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...

Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sar­maşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değil­dim. Ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görün­ce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öl­dürmek yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.

Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. iki dünya savaşını da bu geri zekâ­lıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirle­rinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolcu­luk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın ede­biyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avru­pa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yenecek­lerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olma­lıymış oralarda Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!

Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp gö­rebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı ken­dini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmele­rinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hasta­neye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendi­ği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı kor­kutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kay­naklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...

Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sı­kışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışları­nı değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.

Genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar. Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, haya­ta başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gör­düm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu. Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım. Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker oynamaya devam ettim. Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum. Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kim­seyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gi­bi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olma­sı gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözle­rimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. Aslında bu mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçek­ten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum.

Bütün bunları yazmak o kadar zor ki. Şu an bulunduğum nok­tada hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman. Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi da­hil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir var oluş nedeni bulama­mak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o ka­dar korkunç ki!

Hava aydınlanıyor. Kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi ya­pıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa tek bir kelimesi­ne bile bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve gö­rüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda ası­lı olan afişleri seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında. Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize anlatacak hiçbir şey yok ve her şe­yimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söyle­nenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayatta­ki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... Yoruldum. Çok yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.

"Kayra! Haydi çıkalım buradan. Biraz dolanalım."


Bu Blogda Ara