29 Kasım 2010 Pazartesi

Garip'e edit

Rüzgar beni mahvetti, lensimi düşürmedi ama gözkapağımın arkasına sıkışıp kalmasına ve saatlerce beni rahatsız etmesine izin verdi.

Saçlarımı saldım ve rüzgarlara siper ettim derse giderken, bu kadar şiddetli eseceğini tahmin etmemiştim. Şapşala çevirdi, sersemleştirdi, sakinleştirdi. Hoooop aldı sağ tarafını bir kırbaç gibi sağ yanağıma vurdu, hooop aldı altlarda kalan bir tutamı sırtıma doğru yapıştırdı, aldı sol tarafından bir tutamı yüzüme bir tokat gibi çarptırdı. Her bir saç teli, birer iğne olup delik deşik etti kafa tasımı, her bir saç telini daha da çekiştirerek uyandırdı bütün sinirlerimi. Hayat ne garip dedirtti bana, hani şefkat göstericektin hani kış değildin rüzgar. Yine esiyor şimdi bu sefer yaprakları boca etti açık duran oda penceresinden. Hayat ne garip, rüzgarda savrulan yapraklar, saçlar falan ...

Tansiyonum mu düştü, ewet ewet düştü çünkü "-düştü" yazarken tam da "ş" harfinin üzerine denk gelen bir kordinasyonda küçük küçük yıldızcıklar yanıp söndü. Sonra etrafa dağıldı seyreldi, söndü. Kalbim koşu bandında koşarcasına pır pır, heyecandan değil anacım tansiyon düşüklüğünden, nerden mi anladım sözcüklerim de ağırlaştı, hayat ağırlaştı, bunları yazarken parmaklarım titremeye başladı ve onlar bile yavaşladı. Ah o lens yok mu ve de o rüzgar hepsi onlardan sebep, gözlerim de ağırlaştı. Gözkapaklarım yerçekimine yeni düştü. Çok da zor bişeyleri yazmaya çalışmak touch pad açıkken. Zaten bu lenovaları sevmezdim. Bu rüzgarı da sevmedim, sarhoş etti, sersemleştirdi beni, Dövdü ..

Uyku ?
Belki de rüzgarın geçmesini beklemek için. Tansiyonumun doğal insancıl değerlere ulaşması için. Uyandığımda derin bir baş ağrısına uyanmak için biraz uyku....

ne dinliyorum : hiçbirşey dinlemiyorum kafamı dinliyorum !

Garip.

Garip bir gün... garip bir hava.. garip bir güliz

(garip kelimesini ben ne kadar seviyorum ya )

Dışarda rüzgar var, püfür püfür hava. Ama öyle bir zamanlar beni üşüten cinsten değil, sarhoş ediyor, sersemletiyor ama canımı acıtmıyor. Allak bullak oluyorum, bazen o kadar hızlı esiyor ki, bazen o kadar umulmadık zamanlarda esiyor ki gözlerim dolu dolu oluyor. Hatta ve hatta gözlerimdeki lensleri çalıp götürecek zannediyorum. Üzüntüden değil bu duygular, üşümekten de değil, hele hele karamsarlıktan hiç değil, korkudan olabilir mi ?
possibly...
Korku ile karışık huzurdan olabilir mi ?
probabaly...
peki, peki korku ile karışık huzur, huzurla karışık umitsizlik, ümitsizlikle karışık heyecandan olabilir mi, definetely...
Yılın bu zamanları hava hep kötü olur bu memleketlerde, yağmur yağar, yağmur yağamazsa eğer mutlaka
öküz bağırtan soğukları olur. Sarılıp, sarmalanırız bizler de kendimizi korumak adına. Kışlık kıyafetler arasından çıkan patiklere ayaklarımızı, ananelerin ördüğü kazaklara  düşüncelerimizi, duygularımızı sarar, saklar, bahara kadar kuluçkaya yatırırız.
Ama dedim ya garip bir hava, güneşli genelde ama rüzgarlı, rüzgarlı ama üşütmeyen, üşütmeyen ama baş döndüren, sarhoş eden.

Aynaya baktığım zaman gördüğüm Güliz, saçları rüzgardan darmadağın ama yine de hırkaya, kazağa ihtiyaç duymayan yine de üşütmemek adına patiklerini ayaklarından çıkarmayan bir güliz. Öyle garip ve isimsiz bir Güliz ki , üşümemek için için patiklerini ayaklarından çıkarmayan ama başının ağrıması ihitmaline rağmen ıslak saçları ile kendini rüzgarlara siper edecek kadar da cürretkâr.

Kış güneşi derler ya, ona aldanıp gidecek kadar hayalperest ve rüyakâr ama her an yağmur yağma ihtimaline karşı şemsiyesini de çantasında bulunduracak kadar tedbirkar. Anı yaşamayı kafasına takmış bir carpe diem uygulayıcısı gibi. Garip bir Güliz bu dedim ya. Hiçbir şeyin düşündüğü gibi olmayabileceği ihtimali çerçevesinde   düşüncelerini  uzun vadeli planlarda tasarruflu kullanan bir borsa gezgini, kooperatif girişimcisi ya da sera bakıcısı gibi de. Belki de çok gereksiz bir Güliz, güliz'in en fuzili hali. ( şimdi bir söz var, mevsimsiz öten hororuz yahnisi bişey bişey olur diye, ama tam hatırlayamadığı için kullanmak istemiyorum okuyucu, sen beni o deyimi doğru kullanmış atfet, gönüller hoş olsun )

Çok garip zamanlar bunlar. Ne diyecektim daha, evet daha birçok şey diyecektim ama söylememeyi seçiyorum. Saat geliyor derse gitmem lazım, ne dedik saçlar ıslak ve rüzgarlara bırakılmış ama ayakta kalın çoraplarla.

Sevgili ile kalın canlar. Lâl'in günlüğünden düşen bunlar bu günlük.

..............................................................................................................................................................

p.s : ne dinliyorum köşesi açıyorum yazıların altına,  bunları yazarken ne dinlediğimi de paylaşmak istiyorum sizlerle, ya da sadece kendimle, herneyse bugünkü gelsin o zaman : Zeki Müren- Sevemez kimse seni.

p.s (2) : Hani bir konu yazıcam demiştim ya, yazı beni sürekli başka yerlere sürüklüyor, aslında anlatmak istediğim konu üzerine hiçbirşey söyleyemiyorum diye, o dediğim bu yazımda da geçerli. yine olmadı yine olmadı. Umutlar başka bahara kaldı. (bknz: ben kışa ayak diretirken, bloğumun çoktan yenilmiş olması)

27 Kasım 2010 Cumartesi

benimle oynar mısınız ?

oturdum 5li çokonat paketini bir oturuşta göz yaşlası içinde yedim. Hayır hayır,sevgilim vardı da ondan ayrıldım, depresyondayım modu değil bu. Ya da plotanik olarak aşığım da sevdiğim adam başka kızı seviyor modu da değil bu ( bknz: ben o yolları çoktan geçtim ) . Aşık olabilirim belki ama kendimi tutuyorum. Benim derdim tamamen kendimle,çocukluğumu özlememle ( bknz: çokanat etkisi, burun sızısı, mazi özlemi). Aslında yazmaya başlarken çok daha farklı bir konu üzerinde durmayı planlıyordum ama hayattaki herşey gibi yine ben seçildim, seçmedim. Konu ve çokonat beni seçti, ben ise sustum, boyun eğdim, palnadığım konuyu başka bir zamana yada hiçbir zamana erteledim ve sustum  .... ve susuyorum her zamanki gibi .... parmaklarım ve çocukluğum konuşacak şimdi sizlerle.

....................



İlkokuldayken aksam yedi olunca yatardım, televizyon seyretmeme izin verilmezdi bizim evde. Kemal Sunal'ı özellikle Tosun Paşa'yı çok severdim, o akşam televizyonda Kemal Sunal'ın bir filmi olduğunu duyduysam eğer derhal ananeme telefon eder, bize gelmesini isterdim. Çünkü ananemin dayımla bize geldiği akşamlar ben biraz daha geç yatardım ve televızyon seyredebilirdim. Bildiğim dünya sınırlıydı ve bu dünya içinde ya kendi kendime hayaller kurarak eğlenirdim. Kardeşim yoktu ve tüm yaşıt akraba çocukları benden uzaktı. Bir apartmanın 5. katında otururduk ve "pimapen" kaplı camlardan içeri vızır vızır araba sesleri sızardı, sokakta oynama lüksüm yoktu anlayacağınız. Bu yüzden bisiklet kullanmayı hiç öğrenedim ( hala da bilmiyorum )

İlkokula başlamadan önce sadece 2 sokak arkadasım vardı, sokak da değil aslında biri rahmetli babaannemin komşusunun torunu idi, onunla kapı önünde ( apartman içinde ) suya şeker atar, karıştırır, una su karıştırır ekmek yapar eski kilimler üzerinde evcilik oynardık. Babaannem bize bazen hala daha çok sevdiğim tombi, muzlu puding, tüp çikolata alırdı, onu da misafir olarak kabul ederdik. Aysel idi arkadaşımın ismi. Benden bi kaç yaş büyüktü ve ben onu esir alırdım adeta benimle oynayacak diye. İyi kızdı Aysel sessiz ve güler yüzlü idi ve sanırım beni şeker buluyordu ki benimle beraber evcilik oynamaya tahammül edebildi. Sonra taşındı Ayseller ... aradım zaman zaman, ama o kadar çok yer değiştirdiler ki telefon numaralarını kaybettim çocuk aklımla ve şimdi kimbilir evlenmiştir bile ..

Sonra "Şirin" isimli bir arkadasım  vardı ananemin apartmanında. Adı gibi şirin ve güzel, akça pakça biz kızdı Şirin. Şirinle botanik üzerine çalışmalar yapardık, Şirin bahçe de büyümüş olmanın getirdiği rahatlıkla börtü böcek toz toprak hiç aldırış etmezdi. Çok şey öğrendim Şirin'den. Gül yapraklarını koparıp ezdikten sonra suyunu çıkarıp, incir yaprağının sütü ile karıştırıp yaptığımız şerbetler Aysel ile yaptıklarımızdan çok daha profesyoneldi. Şaşırıyordum, bir keresinde gül yapraklarını ezip "iç" yapıp asma yapraklarına sarıp yaprak sarması bile yapmıştık. Şirin çok güzel bisiklet kullanıyordu ve bir sürü arkadaşı vardı etraftan. Beni de onlar arasına katmaya çalıştı hatta bir kaçı beni bisikletinin arkasına oturtup gezintiye bile çıkardı, uçuyoruz sandım, ne kadar güzeldi, o zaman bu zamandır hiç uçamadım ki ben :( Şirin de büyüktü benden Aysel gibi, ayıp ayıp şeyler konuşuyorlardı arkadaşları arasında ve beni uzaklaştırıyorlardı. Sonra beni bisiklet gezilerine çağırmamaya başladılar. O zamandan sahip olduğum aşırı alınganlık ve gurur ya da siz ne derseniz adına beni Şirin'i her gördüğümde tanımıyormuş gibi davranmama sevk etti. Yaramaz bücür güzel kız Şirin'e trip atıyordu o yaştan. Hakldım da üstelik. Ne de olsa büyük arkadaşlarını bana tercih etmişti şirin arkadaşım. Geçenler de duydum çocuğun birinden hamile kalıp evlenmiş, çok kilo almış doğum sırasında ve aldığı kilolar geri verememiş, şimdi ise çocuğu ile birlikte tek başına bir hayat sürüyormuş , kaynanasının dırdırına, kocasının  ilgisizliğine katlanamamış ama hala çok güzelmiş..

Bitmedi bi tane daha çocukluk arkadaşım vardı ve en vefalısıydı. Aylin, ya da Aylin abla mı demeliyim. Çok sabırlı kızdı idi vesselam. Çocukluğumun en yalnız ve en deli anlarını yaşamak zorunda kaldı. Onu kaybetme şansım yoktu, karşı komşumuzun çocuğu idi ve hatırlıyorum, anneme kardeşi Fatih ve Aylın'in bize oynamaya gelmesi için yalvarırdım. Gelirdi Aylin ile Fatih. Fatih, Aylin'den daha küçük, benim yaş grubuma daha yakındı. Çorapları ayağından çıktı çıkıcak gezerdi hep ve hep kirli olurdu hep altları, Aylinkiler ise hep temiz olurdu. Yaramaz ve haşarı idi Fatih, korkuturdu beni. Fatih'ten korkardım ama Aylin, Aylin başka idi... Aylin 5.sınıfa giderken ben daha okula gitmiyordum ve Aylin'in okuldan dönüş saatini beynime kazımıştım. Onun gelmesine yakın kapının dibine oturur, kulağımı kapıya yaslar ve dakikaları sayardım. Aylin'in adımlarını duyunca çılgın bi sevinçle kapıyı açar ve seslenirdim :
"Oynamaya gelsene !"
Gelirdi Aylin. Dedim ya en çılgın zamanlarıma denk geldi Aylin. O okuldan gelmeden önce tüm oyun planlarını kafamda tasarlar, o gün oynanacak oyunları, kullanılacak eski parfüm şişelerini, ilaç kutularını, bez ve örtü parçalarını düzerdim, hazır ederim. Konuşma metinleri hazırdı kafamda, okuma yazma bilseydim eline senaryo bile tutuştururdum kızın
"Şimdi sen bana bunu bunu diyeceksin sonra buyaya gidip otuyup beni çağıracaksın, sonra ben sana bunu bunu söyliycem, sen bana bunu veyiceksin, sonya yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz okula gidicez beyaber.."
Yazık, kızağız tüm komutlarımı harfiyen yerine getirirdi. Bazen annemin makyaj malzemelerini aşırır boyardım Aylın'in yüzünü suratını sonra bağırırdım içerdeki odaya.
" Ayne ( anne ) bizi yesim çekseneee" ( daha o zamandan meraklıymışım resim çekilmeye) "
Neden katlandı Aylin bana, neden hiç sesini çıkarmadı uzun bir süre idrak edemedim. Yaş kemale erdikten sonra öğrendim ki meğersem Aylin annemi çok severmiş , benim eziyetlerime de annemin hatrı için katlanırmış. Gülümsemekle yetindim sadece, ( büyümek bu olsa gerek ) çünkü bunu öğrendiğim de Aylin, kucağındaki bebeğini büyütmeye adamıştı kendini ve ona olan vefa borcumu küçük kızının oyun yaşına geldiği zaman beni esir almasına izin vererek ödemek için oyuncaklarım üzertine ant içtim. Hatta çoğu nadide, ender bulunan, değeli oyuncağımı bu vefa borcunun bir göstergesi olarak küçük kızına armağan ettim.

Oyuncak derken, çok oyucağım vardı benim ya . Barbiler, barbi evleri mutfak takımları, banyo takımları, tabaklar çanaklar elektrikli arabalar kamyonlar, ateriler, aklınıza hayalinize gelebilecek  envayi çeşit değerli parça =) Şimdi düşünüyorum da kendimden büyük arkadaşlarımı eğlemek için oyuncaklarımı kullanıyordum heralde =(  Bir akraba kızı vardı, bayılırdı mutfak takımlarımla oynamaya, annesi ile bize "çaya" gelirlerdi. Hemen mutfak takımlarımı sererdim önüne, oynardık annem çayları getirene kadar. Çay bittikten sonra hiç oyuna devam etmezdik. O oturup annelerin konuşmasını dinlemeyi tercih ederdi. Küstüm, ağladım, takla attım şeblikler yaptım hiç bi şekilde "çaydan" sonra oyun arkadaşımı ağıma düşürmeyi beceremedim. Yeni yeni oyuncaklarımı gösteriyor, baştan çıkarmaya çalışıyordum ne barbi evleri ne Ken'ler ne elbiseler gelip geçti önünden de bir kere bile başını çevirip bakmadı. Varsa yoksa çayını içip, tabağını bitirdikten sonra anne sohbeti dinlemek... Hoşuna giden buydu demek, saygı duydum oyuncaklarımla kendim oynamaya başladım. İşte o zaman anladım iyi oyuncak, eğlenceli oyun hiçbir zaman birini kazanmaya yetmez ( Pek sevgili, çok da değerli okuyucular işte o zaman anladım, insanların dış görünüş, pahalı kıyafet ya da ucuz iltifatla  kazanılmayacağını )

Tek başına kurduğum hayalleri oyun arkadaşlarımla oynamaya çalışıyor çocuklar gibi mutlu oluyordum, zaten çocuktuk ama böyle anlarda çocuktan da daha çocuk olduğumu hissediyordum. Sonra baktım ki hayal kurmak bile çok mutlu ediyor beni. Şimdiki gibi değildim o zamanlar, o zamanlar insan bağımlısıydım. Henüz tüm umudumu insanlara bağlamamam gerektiğini öğrenememiştim. Çocukken en çok istediğim şey, eve misafirin gelmesi idi. Misafirler gelmeli ev dolmalı dolmalı taşmalı, gelen hiç bi misafir gitmemeliydi. Gereği olursa ben onların kendi yatağımda bile yatmasına izin verirdim. Çocuklu misafirler tercihimdi, kendimden küçüklerle pek anlaşamaz, onları saçma bulurdum, tercih sebebim kendimden büyük yaştaki oyun arkadaşları idi eğer yaşıtım yoksa. Bir karakteri olurdu en azından onların, oynamak istemiyorlarsa hıh der gider yerlerine oturur ana baba konuşmasını dinlerler, oyuncaklarımı kırmazlar, oturup kendini yırtarcasına ağlamazlardı.

Kimi zaman gelen misafirlerin çocukları olmazdı, kimi zaman annemle, babaannemle anneannemler yaşıt amcalar teyzeler gelirdi. Annemlerin yaş grubu olan kitle ile iletişimim kucaktan kucağa kendimi sevdirmek olurken, gelen kitlenin saçları beyazlayıp, elleri kırışmaya başladı ise, bir iki şirinlik yapıp kendimi kucaktan kucağa attırıp, saman altından su yürütürcesine onları birer oyun arkadaşına çevirmekti ve başarırdım çogunlukla. Babaannem ah, ah ananem az mı çektiler bu yaramaz veletten. Ananemin uyurken güzel yüzünü inceler, elimde selpak ile yüzünde olmayan makyajını temizlemeye çalışır, ananemi annemi yatırır saçını gözünü boyar, yüzlerine şekiller çizer sonra hiç üşenmez tekrar temizler, tekrar yapardım. Şansımın olmadığı tek bir zaman dilimi vardı : Yalan Rüzgarı ! Yalan Rüzgarı televizyonda iken kesinlikle ve kesinlikle hiçbir yaptırım gücüm kalmıyordu. Sonra babaannem... babaannem bazen bizde kalırdı, gece canım sıkılır, uykudan uyanır, kadının başına gidip benimle oynaması için yapmadığımı bırakmazdım. Torun , atsan atılmaz satsan satılmazın verdiği cesaretle kadının boğazını çimdikler, kızartır, kollarını ısırtır, bütün gece evcilik oynatırdım. Annem çok çikolata yememi istemezdi, babaannemi kafaya alıp, bakkala sepet saldırıp sayısız çokomel aldırırdım. Babaannem beslerdi beni onlarla, sonra yakalanmayalım diye, çöplerini koltuk altına , yastık içine doldururduk beraber.. taki annem bizi yakalayıp da kızılca kıyameti koparana kadar.

Evde kalan, esir alacak yaşlı olmadığı zaman tek başına oynardım, gecenin yarısında uyanıp, ya kalkar yatakta zıplar, ya minik barbi evimi yorganın altına alıp, evin ışıklarını açar,  anca baş parmağım kadar olan kapısından içeri bacağımı sokmaya çalışırdım, nasıl da inanırdım bir zaman mutlaka küçülüp o evin içinden girebilecek boyuta geleceğime. Doğum günü yaklaşıyorsa eğer, bütün gece oturur davetli listesi yapardım kafamda. Şu şu gelicek, bana bunu bunu getirecek, annemi şu şu mamaları yapacak, onu bunu edeceğiz diye sayıklar, annemin yanına gider, gecenin bir yarısı planlarımı paylaşır, teminat almaya çalışır, aklıma takılan soruları sorar, çoğu zaman da azar işitirdirdim:(

O zamandan daha delice bir tutku ile bağlanmışım insanlara. Birine güveniyorsam, birini seviyorsam o duyguyu kendi benliğimi hiçe sayarcasına yaşamışım. Canım cananım kuzenlerim hep bizden uzakta oturdular. Çocukluğum onların Bozüyük denen yerde yaşadıkları zaman dilimine denk geldi, ne acıklı. Bozüyük'e ise senede sadece bir kere o da yaz döneminde gidebildik. Tüm sene Bozüyük'e gitmenin hayalleri ile yaşardım. Bozüyük'e gitmeye 6 ay 5 gün 3 saat kala, Bozüyük'e gitmeye 2 ay 18 saniye kala, Bozüyük'e gitmeye 3 gün kala. Bozüyük demek kuzenlerim demek, kuzenlerim demek mutluluk demekti. Delicesine sapık bir sevgi ile bağlıydım teyzemin kızlarına. Onlarla beraber oturup hiçbişey yapmadan balkonda, yol üzerinden gelip geçen tırlara bakmak bile büyük bir mutluluktu. Bazen saçma sapan oyunlar oynar, mesela bir şarkı seçer o şarkıdaki tüm sözcüklerin baş harflerini seçtiğimiz absürd bi harf ile düzeltir bağıra çağıra söylerdik. Eğer tüm oyunlar tükendiyse yine bulurduk bi oyun kendimize, ya da oyun biz olurduk. Ben hayatımın çocukluk döneminde Sema ile Merve'nin yanında olduğum zamankinden daha büyük bir mutluluk tanımı yapamıyorum, beni affedin hatıralar. Bazen onlar istanbula gelirdi. Bir hafta ananemde bir hafta bizde bir haftada babanelerinde kalırlardı. Ananeme beraber giderdik de onların babanelerine gittiği haftayı yas haftası ilan eder hain hain planlar yapardım gitmesinler diye. Sabah kalkar, akşama kadar süper mario, araba yarışı ya da ördek öldürme, tavşan zıplatma oyunu oynardık uzaktan kumandayı bozana kadar. Sapıkça bir duygusal yoğunlukla Bozayük'den dönüş yolculuğunda veya onların İstanbul'un ayrılışında Tarkan 'ın en melankolık şarkıları açar, gözyaşları içinde eşlik ederdim:

Deli gibi yürekten sevmeli, uğruna dünyaları vermeli, incitmemeli sevenleri değerlerini bilmeli. Aaaa... aaaa .aa. aa

Şimdi bakıyorum da , çok da bişey değişmedi aslında hayatımda. Bir kısmını anlattığım çocukluk anılarım arkadaşlarım bana çok şey öğretti ama aldığım dersler bir yanımın çocuk kalmasını hiçbir şekilde engelleyemedi. Daha az insan bağımlısıyım artık, insanlara ihtiyaç duymayacak şekilde eğittim hayallerimi, ama sevdiklerimi çok sevdim, sadistçe, sapıkça, çılgınca seviyorum hala ve inatla güvenmeye devam ediyorum değeceğini düşünüyorsam eğer. Hala çok hassasım, çok alınganım ama tek çocuk olma, tek çocuk büyümenin nazını atlattım, insanlara trip atmayı bıraktım, aslında o zaman bırakmıştım Şirin de bırakmıştım. Değer verdiklerimden biraz ilgi ve karşılık bekliyorum sadece. Eskiden oyunlarımı kendimi mutlu etmek için oynardım, şimdi ise insanları mutlu edebileceğim oyunlar yarattım kendime. İnsanları mutlu ettikçe mutlu oluyorum hayatlarına çok fazla dahil olmadan, bir gün yine yalnız bırakılacağımı bilerek ve kararlıyım ne olursa olsun çocukluk arkadaşlarıma olan vefa borcumu başka başka oyun düşkünü çocuklara kucak açarak ödeyeceğim. Şimdiden iki tane edindim bile. Biri komşumuzun vefakar kızı Aylin'in şirin mi şirini benden şirin kızı Hira. Beni bekliyor oyunlarına. İkincisi ise, canımın, cananımın, bitaneciğimin kuzenim Sema'nın anne karnında kalp ritimlerini uydurmaya çalışıyor hayata. Henüz doğmamış bir bebek, beni tekrar çocuk yapacak, kendine oyun arkadaşı yapcak bir bebek. Dünyamıza hoş geleceksin bebek oyun arkadaşın hazır


Sen nerdesin ?

Lâl Teyzen...

23 Kasım 2010 Salı

"Stay In My Memory"





Güzel şarkıları, güzel hikayeler içinde görmek her zaman mümkün olmaz. Sevdiğim müzikleri youtube  üzerinden dinlemeyi pek tercih etmem, çünkü kafamda hikayeler, kılıflar uydururum her birine, şarkıların kliplerini düşüncelerimde oluştururum ve çoğu zaman yazdığım seneryolar çok daha güzel ve yaratıcı olur izlediğimiz zımbırtılardan, ama bazı klipler, hikayeler vardır ki, daha ötesini düşünemezsin. İzlerken sanki hikayenin göbeğinde hissedersin kendini. Sessizce durur, nefes almaya korkarak izlersin olup biteni olanca edilgenliğinle, gemiler batar, güneşler doğar ama kimse farketmez senin orda olduğunu, gözünü kırpsan seni görecekler,  bu oyundan kapı dışarı edeceklerdir. Şarkının ilerleyen dakikalarına tanık olamayacak olma korkusu ile kılını bile kıpırdatmadan izlersin klibi. İşte bu klip kesinlikle ve kesinlikle ben de bu güzel hisleri uyandıran nadir şarkılardan.Kimin söylediğini bilmiyorum  adını fizy'e ( bizim okulda eskiden bk vardı, şimdi yok yasakladılar, yoksa kesin ilk önce bk'ya yazardım ismini ) yazıp da diğer çıkan şarkılarını dinleme hatasına düşmediğim için kendimi çok takdir ediyorum şu an,  birçoklarınıza bu saçma gelebilir ama o kadar güzel ki ve özel ki bu şarkının yeri bende , seslendirenin kötü bir tanecik bile şarkısı ile karşılaşsam büyü bozulacak diye korkmaktayım. Tamam belki bu beni daha nice güzelleri ile karşılaşma fırsatından yoksun ediyor ama olsun hem ne demiştik ben Risk Taker değilim azizim. Azıcık aşım belasız başım'ım ben, yani en azından şu aralar öyleyim. O yüzden gerek yok böyle yeniliklere hem de  yenilliklerin genelde birer  hayal kırıklığından ötesi olamayacağını bile bile

Hadi şimdi şarkının sözlerine kulak verelim

Belki üzerine destanlar yazılacak sözleri yok, zaten öyle olmaz mı çok sevdiklerimizi de neden sevdiğimizi neyine sevdiğimizi bilmeyiz, bu da onun gibi bişey işte. Neydi beni bu kadar kendine çeken bu şarkıda.
Samimiyet !!! Ne kadar sihirli bir kelime ki bu ... Nice güzel sözler söylenir nasırlaşan seslerle ve hiç bir gönüle değmez de söylenen nice basit cümleler gelir oturur beyninin ve kalbinin tam orta yerine. İşte bu şarkıda o samimiyet var, duygu var.

so stay in my memory
you can hide out there 

derken hissedebiliyorsun sevgilinin hatırasına duyulan özlemi. Koca bir unutuluşa karşı en derinlerden kopan feryadı kendi hayatından biçtiğin pay ile içselleştirebiliyorsun. Aklına birine getirmeye çalışıyorsun ve zorlanmaya başladığın noktada kendini uçurumdan atıyorsun burdaki gibi. İşte o zaman hatırlayabiliyorsun bir zamanlar en sevdiğini, onu nasıl sevdiğini, sana kendini nasıl hissettirdiğini ya da, ya da sadece bir zamanlar seni nasıl üzdüğünü. Özlemek garip bir duygu , hatırlayamamak daha garip. Hatırlayamamak korkusu ile insan sevgilinin getirdiği üzüntüye de özlem duyulabılıyormuş bana bu şarkı bunu anlatıyor. Ve mırıldanıyor usulca : Kendi benliğini hafızanda öldüremediğin sürece giderek daha az hatırlayacaksın onu, daha az ve daha az, sonra kendini şiire bırakacaksın hatırlayabilme özlemi ile : 


Daha az seviyorum seni
Giderek daha az
Unutur gibi seviyorum
Azala azala
Aramızdaki uzaklığın karanlığında

Geceler kısalıp, 
Gündüzler uzuyor öyle olunca
Daha az seviyorum seni
Kendini iyileştiren bir yara gibi
Daha az
Ve zamanla

Sen geceyi tutuyorsun, ben nöbetini
Uzak dağ kışlalarında
Görmüyoruz birbirimizi
Usul usul sis iniyor
Kopmuş yollara
Işığı hafif, uykusu ağır koğuşlarda
Üzerini örtüyorum senin
Bir çığ gibi uyuyorsun rüyalarımda
Sevgilim sevgilim
Yıldızları daha büyüktür bazı gecelerin
Nöbet kadar yalnızken 
öğreneceksin bunu da

Artık daha az seviyorum seni
Unutur gibi, olur gibi daha az
Yeniden ödetiyorum kendime
Önce aşkın öğretemediğini
Kolay değildi
Yalnızca sevgilimi değil, 
Evladımı da kaybettim ben
Kac acı birden imtihan etti beni
Bir tek gece vardır insanın hayatında
Ömür boyu sürer nöbeti
Bu da öyleydi, 


Şarkı kendini sevgili için feda edişin hikayesini anlatıyor, kişinin sevdiği uğruna kendi varlığından, geleceğinden, bugününden vazgeçmeyi, dünü yaşatabilme uğruna ( soru : Geçmişi yaşatmaya çalışmak her zaman bu kadar güzel midir ? ). Kişinin çaresizliğini ve güşsüzlüğünü hissettiriyor : 


so i dont wanna be left with all this
I plan to be there right by your side
oh it seems like this could be
just a dream with you and me

Geçmiş kendini olanca hızıyla unutturmaya çalışırken elinde hiç bişey kalmazken kendini feda edebilmek kimin harcı ki ? Hissediyorsun  sesindeki mutsuzluğu, çaresizliği. Kendi kendinden vazgeçmek için engellerle karşılaşıyor kız klipte, denizler açıyor, tepelere tırmanıyor, kimi zaman ise içinde gizlediği güç ejderhaları evcilleştirmeye yetiyor, kimi zaman olanca savunmasızlığı ile küçücük klubülere saklanmayı tercih ederken. Sevgilinin hayallleri ile karşılaşıyor kimi zaman, en çok da onu en çok unutmaya yakın olduğu zamanlarda. Sevgilisi çağırıyor sessizce kızı birlikte geçmişte, gelecekte, şimdi de yok olmak adına. 


I found another point of view
just a dead end avenue
im growing close back to you
just want i dont wanna do
just what i dont wanna do
is to fall infront of you

and you can break and you can mend
for all the wrongs that you defend
you learn the hard way in the end

En büyük mutluluk da sevdiğin uğruna sevdiğinle birlikte kendinden vageçtiğin anda gerçekleşmiyor mu zaten ? En büyük mutluluk da kendine uğruna feda edebilecek birşeylere sahip olduğun zamanlarda gerçekleşmiyor mu ? Anlayabiliyorum kendini  bağnazca inandıkları sevgiler, değerler adına uçurumdan atabilenleri. Çünkü biliyorum ki gerçek huzur ancak böyle bir avuntuya sahip olduğun zaman sana armağan edilebiliyor, gerçek huzur anca kendini tüm benliğinle, sorgusuzca sualsizce teslim edebildiğin anda gerçekleşiyor. Din'in temelinde yatan huzur duygusu da bu teslimiyet anlayışından kaynaklanmıyor mu zaten..

Bakın işte nasıl da mutlulular uçurumdan atlarlarken, nasıl da huzurlular. Demiştim , eğer ben bir klibi izliyorsam severek, insanların yüz ifadelerinde kendimi bulabiliyor, kendi yazdığım seneryodan bir parça bulabiliyorumdur. Bu şarkıyı seviyorum çünkü bu şarkıda kendi feryadımdan bir kesit bulabiliyorum. Bu hikayeyi seviyorum çünkü eğer ben de kendi zihnimde birisi için bu şekilde uçurumdan atlamayı göze alabilirsem aynı huzuru duyacağımı biliyorum.  Anca o zaman yıldızlara sahip olabilirim, (pardon tekillik yoktu değil mi ) sahip olabiliriz .... belki bir gün... kimbilir belki de attım kendimi  çok önceleri de bunlar kendi cehennemimdeki ferhatlarımdan kulaklarına çalınanlar. Kim bilir ? 


and you and i we had the stars
and you and i we had the stars
that you left over and over again
and you and i we had the stars
and you and i we had the stars



22 Kasım 2010 Pazartesi

Colmar & Big Fish


A fairytale in Colmar yazısına edit :

Tim Burton ustamızın, büyüğümüzün, haşmetlimizin en sevdiğim filmlerinden birinin son sahnesi. Colmar'ı anlamak için bu sahneyi seyretmiş olmak gerekiyor.
Sahneyi iyi anlayabilmek için filmi izlemiş olmak gerekiyor. Şu ana kadar bu filmi izlememiş olanlar için bir yandan üzülmekle birlikte hala keşfedecek birşeyleri olduğu için de onlar adına seviniyorum ve son sözümü de söyledikten sonra ders çalışmaya geri dönüyorum

: HEP MASALLAR ANLATAN ADAM, SONUNDA MASAL OLDU.

sevgi ile kalın insanlar

A fairytale in Colmar ...



Çok karşıyım buna ama  hayatımı hep bir şeyleri bekleyerek yaşadım. Hayatı yaşarken,onu parçalara böldüm, kıyım kıyım ettim. Misal : yıl 20 Mart'a kadar olan hayatım, 20 Mart'tan Şenliğe kadar olan hayatım. Ezginin Günlüğü konserine kadar olan hayatım. Hollanda'ya gidişime kadar olan hayatım, Hollanda'dan döndükten sonraki hayatım. Zamanı periyodlara bölmek beni hep rahatlattı, kafayı takacak o kadar çok şey buluyorum ki bu sayede hem daha az şeyle meşgul ediyorum zavallı hücrelerimi, hem de gerçekleşmeyen umutlarımı bir sonraki hayat parçasına bırakabiliyorum.

(alakasız ama Turgut Uyar'ın bi şiiri var ya, diyor ya  ne güzel demiş onu :

"Bu karanlık iyi böyle aferin tanrıya, 
 Herkes uyuyor, iyi oluyor, 
     Hoşlanıyorum.."         
                                                       

Şimdilerde yepyeni bir hayal keşfettim kendime, bilen bilir ( bilmeyenlere de bilenler anlatsın ) ben, bulutların üstünde pamuk şekeri yiyerek yaşarım hayatımı, masalları çok severim, inanırım gerçekliklerine boyutlarını sorgulamadan ve bol bol hayal kurarım, Alexander Rybak'dan " l'm in love with a fairytale" dinlerim.

Ama bilmezdim yeryüzünde herhangi bir kara parçasının hayallerime bu kadar yakın olabileceğini, tahmin etmezdim. Kavavis'i severim felsefesini de kabul ederim

" yeni bir ülke bulamazsın başka bir şehir bulamazsın, 
   bu şehir hep arkandan gelecektir 
   ve sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın " 

derken ki gurbet acısına, memleket özlemine boyun eğerim. Ama hayaller... masallar... o kadar güzeller ki ve hala dünya üzerinde rüyaların gerçek olabileceğini işaret eden öyle yerler var ki insanın herşeyi arkada bırakıp, kendini teslim edesi geliyor masallara.
Evet şimdilerde yeni bir parça ekledim hayatıma, ( bazen karıyorum tüm parçaların hepsini  ve birbirleri ile olan bağlantıları kullanarak kendi kendime puzzle oynuyorum , hayatımın puzzle'sı hepsini anlamlı bir sıraya koyma sevdası ile ). Tüm bunlar içinde yeni bir boyut, bir nevi sihirli toz bulutu, masallar kenti sevgili, canım 


Colmar...

Kendimi evde hissetmemi sağlayacak, belki de Kayi ile sonsuza kadar orda yaşayacağımız bir kasaba... Colmar. Kayi'nin beni orda bir yerde bekliyor olacağına olan inancım kalbimi sanki uzun bir aradan sonra aşıkmışım ki pır pır ettiriyor. O kadar güzel bir huzur ki bu, reenkarnasyona inansaydım, önceki hayatımda Colmar'da çok mutlu bir hayat yaşadığımı küçük bir kitapçı-çikolatacı dükkanımın olduğunu ve ruhumun bu hayatında kendini keşfetme, asıl yaşamını keşfetme özlemiyle kavrulduğunu düşünürdüm. ( Neyseki inanmıyorum ) Bu öyle güzel bir duygu ki günün birinde ki bu gün benim --Hollanda'da olduğum zaman dilimi içerisine tekabul etmekte-- oraya gidecek olmam, o sokaklarda dolaşacak olmam, şu an herşeyi anlamlı kılıyor. 



Colmar neresi mi efenim. Colmar Fransa'nın Almanya sınırının çok yakınında İsviçre'ye bakan tarafında. ( sanki A2 yurdunu tarif ediyorum ama iyi de yapıyorum kimse bilmesin benim en çok sevdiğim yeri,  Hak eden gerçekten ilgilenen bulsun, gitsin falan filan afra tafta ... )

Küçücük bir kent ki Colmar. Benim arzu ettiğim basit hayatım için yaratılmış sanki. nüfusu, iklimi, enlem boylamı, hayvancılığı hiçbirini bilmiyorum, bilmek istemiyorum. Sanki bilirsem büyü bozulcakmış gibi. O yüzden susuyorum, Colmar konuşssun şimdi, kimbilir belki resimlerin birinde köprüde durmuş nehiri seyreden, renkli pencerelerin birinden dışarı bakan beni görürsünüz, hayal bu ya . . .  hayat bu ya . . .  ve kim bilir belki Kayi . . . Hayat Colmar'da çok güzelsin, çok güzel olacaksın, sakın bozulma tamam mı ?

Lâl

























20 Kasım 2010 Cumartesi

Kenar süsleri, deprem çantaları, ilkyardım kitleri ve gülizler

Denedim blog, valla denedim billa denedim. İnsanların hayatında yer etmeyi, bir anlam teşkil etmeyi gerçekten denedim.Uğraştım, onları mutlu etmeye. Ama olmuyor be, canım insanları mutlu edemiyorum.

Öyle acımasız bir duygu ki bu, insanların hayatında işlevsel olduğum sürece var olabileceğimi fısır fısır fısıldıyor kulaklarıma, öylesine nankör bir duygu ki bu anca onların ilgi alanlarına hitap ettiğim sürece değerli kılıyor beni. Çabaladım blog, onların beğenilerine hitap etmeye çalışırken, bir yandan da kendim olmaya  benden parçalar da göstermeyi çok denedim. Ama her seferinde gönderdiğim müzikten, okuduğum şiirden, yediğim yemekten, anlattığım anıdan, olaydan, giydiğim elbiseden daha fazla bir anlam ifade edemedim.

Öyle bir şey oldu ki en sonunda, substitution, kenar süsü, ilkyardım kiti, deprem çantası hep ismimin eş anlamlıları oldu. İnsanlar hep bana kıt kanaat yaşadıkları en zor anlarında gel dediler. Ben hiç gitmemezlik etmedim ki, hep gittim sonunda yine böyle hissedeceğimi bile bile yine gittim. Hayatlarındaki boşluğu doldurduğu sürece yaşadı Güliz halim olnlarla, Lal halimi ise hiç biri kabul edemedi. Ben Lal kesilince canım insanların hepsi aradığnı bulamamış olmanın bıkkınlığı ile çekip gitti.



Şimdi bana söyle canım blogcum. Daha ne kadar devam edeyim kenar süsü olmaya. Az önce bir konuşmada geçti : "İlkyardım çantaları zaten hiçbir zaman bir işe yaramaz hep eksik bişeyler olur "dendi. Doğru dedi. Anlatacak oldum benim de nasıl eksik bir  ilkyardım çantası olduğumu,neden eksik olduğumu yada eksik olmayıp sadece öyle görünmeyi seçtiğimi ama gücüm yetmedi, diyebildiğim sadece "doldurmazsan ilkyardım çantasının içini tabiki eksik kalır" oldu dahasına sesim çıkmadı, lal oldum, gitmeyi tercih ettim, en iyi bildiğim şeyi yaptım : gittim....Çok haklıydı, çok doğruydu, ben de o hiçbir işe yaramayan eksik ilk yardım çantası gibi hissetmiyor muyum  kendimi. Eksik olduğu için çok kolayca fırlatılıp atılan, zor zamanlarda akla gelen, normal zamanlarda ne eksiği var diye bakılması akla bile gelmeyen. Sustum blogcum, haklıydı haklılığı karşısında sustum. Dedim ya az önce de yine de seviyorum söz sanatlarını çünkü artık oynayabildiğim tek oyun bu. kendi sözcüklerimin arkasına anlamlar saklayıp, karşı taraftan gelen her yeni gelen sözcüğü ebe yapıp, saklı anlamımı bulmasını beklediğim  bir tür saklambaç benim sözcük oyunum.

Deprem çantası... bizim evde bir deprem çantası var blogcum, kilitli kapılar altında duruyo. Deprem olduğu zaman o saniseler içinde dolabı açıp,deprem çantasını ve kendini kurtarmanın imkanı yok, imkansız, yani insanoğlunun gücü henüz böyle bi ışınlanma seviyesine erişmedi. O deprem çantası durur kitli dolab altında, bi şekilde güven telkin eder evdeki insanlara. Hiçbir zaman gerçekten ihtiyaç duymayız sadece fikir olarak barındırırız. Gerçekten ihtiyaç duyduğumuzda ise erişemeyecek kadar zor bir yerde duruyordur ve biz yok oluruz o enkaz, hengebe içinde ona erişemeden. İçten içe acırım o deprem çantasına kendime acıdığım gibi. Açar dolabı annemden gizlice izlerim öylece dakikalarca. Çıkarırım eşyaları ,sonra tekrar yerleştiririm yerlerine özenle ve sanki mutlu olur deprem çantası ona göstermiş olduğum bu saçma ilgi karşısında ( eşyaya çok değer verdiğimi anla yüklediğimi söylemiştim) o mutlu olunca ben mutlu olurum sanki kendimi mutlu etmişçesine. Nasıl ki zaman zaman ilk yardım çantasının eksiklerini bulup gizlice yerine koymaya çalışıyorsam eksik kalmasınlar, ihtiyacı olanı mutlu edebilsin diye. Ben yapamadım, başaramadım bunu bari o yapsın diye.

.....

BIRAKTIM DAĞINIK KALACAK HERŞEY

YAZACAK BİRŞEY YOK ASLINDA YA DA ÇOK ŞEY VAR ....


BÜTÜN BU OLUP BİTENLER ARASINDA BUNDAN DAHA FAZLASI DEĞİLİM.


OLMAYI DENEDİM AMA VAZGEÇTİM, ÇOK YORGUNUM, ÇABALAYAMAYACAK KADAR..
ÇOK BİREYSELLEŞTİM, İNSAN KAZANMAYA ÇALIŞAMAYACAK KADAR.


ESKİDEN KADERİMİ KENDİM YAPARDIM,ŞİMDİ İSE İRİLİ UFAKLI İNSANLARIN ELİNE VERDİM EĞLENSİNLER DİYE


BAŞIM DÖNÜYOR, KULAKLARIMSA UĞUL UĞUL.


YİNE DE SEVİYORUM SÖZ SANATLARINI, ONLARLA OYNAMAYI... ÇÜNKÜ HALA OYNAYABİLDİĞİM TEK OYUN BU. YILMADAN... BIKMADAN AMA HİÇBİRŞEY UMMADAN.


CANIM İNSANLAR NE KADAR DA GÜZELDİNİZ OYSAKİ


ÇOK YORGUNUM, BU YORGUNLUKTAN BAŞKASI DEĞİLİM,


AĞRIMA GİDEN ŞEYLER VAR HAYATTA KEŞKE MiKROSKOBİK ÖLÇEKLERLE YAŞAMASAM İNSANLARI, O ZAMAN BU KADAR DAĞITMAZDIM KENDİMİ


AMA NE DEMİŞTİK BIRAK DAĞINIK KALSIN HERŞEY..


BEN BIRAKTIM ARTIK, DAĞINIK KALACAK BUNDAN SONRA HERŞEY....

18 Kasım 2010 Perşembe

yok başlık falan sana

Bir insanın canı zaten anca bu kadar sıkılabilirdi. Sürekli aynı şeyi yapıyorum, aptal gibi büün gün facebookdayım. 5dakikada bir refreshliyorum anasayfayı. Sonra twitter'a giriyorum, sonra burayı kontrol ediyorum.maillerime bakıyorum ve sonra tekrar facebook'a geri dönüyorum bişey var mı, gelen var mı diye.

Parazit, asalak gibi yaşıyorum anlayacağın. Tembelliğin had safhasına vurdum, yapmam gereken herşeyi devirli saatlerden buçuklara, bütünlere tamamlıyorum.

İki gün önce ananeme gittim kalmaya, internet bağlantısında sorun olduğu için facebook bilmem ne, faso fisolara giremedim haliyle. Aman allahım görmeliydin halimi içim içimi yedi, kudurdum, merakten çatladım, can sıkıltısından ortadan ikiye yarıldım. Canım sıkıldıkça kendime kızdım, kendime kızdıkça canım sıkıldı. Bu kadar kölesi olmayı bişeylerin kendime yediremiyorum. İnternet bağımlısı olmuşum tam bir de tembel bu gidişe bir dur demek için adımlar atmak lazım geldiğinin farkındayım ama onu da canım istemiyor. Yani ne var beni bu kadar bağlayan bu zımbırtılara onu da bilmiyorum.

Eskiden ben böyle değildim. Valla, hayatımda yine internet vardı ama kapatıp kafamı dinlemeyi biliyordum ya da ne bileyim ders çalışacağım dediğim zaman adam gibi kendimi soyutlayıp, verimli bir şekilde çalışabiliyordum. Neden olmuyor şimdi ? Neden ? Neden ve niye ?

Kafayı yemek üzereyim. Önümde kitap açık, facebook açık, bir tane video yükleniyor, buraya bişeyler  yazıyorum. Napıyorum ben ya, kendine gelsene kızım !!!!! Kapa o facebook'u yeter artık, zaten hesabını dondurma kararı almıştın yazın, peki neden uygulayamadım, neden ? Heh bir bu sorgulama eksikti kafamda, o da gelmiş oldu. Eweet hücreler çalışın bakayım, güliz neden facebook hesabını dondurmadı üstüne üstlük daha da takılır oldu bu aleme, düşünün bakalım bulun sebebini. Ya da aman düşünmeyin, bırakın da ben biraz ders çalışayım, şimdi mi ne yapacağım. bilgisayarı alıp, niye, neden ? sorularımı alıp dolabıma kitleyip, kitaplarımı alıp, mutfak masasına kurulup ders çalışacağım. Zaten anlamamışım continuous time markov chainleri.

Bak kızdım yine. Hadi bana eyvallah !

17 Kasım 2010 Çarşamba

Bayramlar... Maskeler... Özlemler... Kızamamaklar....İyi bayramlar... Dağınıklıklar....

Mutfakta etlerin kuşbaşı halinde doğranması gerekiyor, ama ben bir yolunu buldum da kaçtım, çünkü kaçmazsam yazamayacaktım, yazamazsam ağlayamayacaktım, ağlayamayacaksam rahatlayamayacaktım.

Bayramları severim çünkü insanlar akrabaları, eşi dostu ile görüşür, sevdiklerini mutlu eder.Bayramları severim çünkü insanların kendi enaniyetlerin terkedip başka insanları da düşünmeye başladıkları  ( yapmacık da olsa, zoraki de olsa evet bu olması gereken birşey ) yegane zamanlardandır. İçinde fırtınalarda kopsa, güzel kıyafetlerini giyip makyajını yapıp el öpmeye gitmelisin, gitmelisin ki insanları mutlu edesin, insanları mutlu edesin ki mutlu olabilesin. Tatlı yersin, kahve içersin, bayramdan bayrama gördüğün insanlarla muhabbet etmeye başlarsın ve bi bakmışsın ki bi yerden sonra sen de gerçekten gülebilmeye başlıyorsun. ( bknz : rol yapmaya devam etmek bir gün belki gerçek olur umudu ile ) Böyle zamanlarda kendini kuyruğu kopan ve kopan kuyruğun yerine yenisinin çıkmasını beklemekte olan bir kertenkele gibi hissedersin.

Kapı : " Ding dong ! "
Sen:  " Hah, belki bu sefer unutmamışlardır yanlarında getirmeyi istediğim mutluluğu. "
....
Sen: Güle güle, yine gelin, hep gelin, biz hep bekleriz..
....

Kapı : " Ding Dong ..."

Haşur.. haşur..hışır... şıkır... (paket açma efekti)

Paketin içinden çıkanın lokum değil de bir parça unutubilme büyüsü, hatırlamama iksiri, özlememe sihri, gülebilme şekeri olmasını gönülden dileyerek açarsın paketi ve cömertçe servis edersin paketten çıkanları bir sonra gelecek olan misafire ( not: misafirin kendi getirdiği şey, bayram günü kendisine servis edilmez, ayıptır, olmaz; zira misafir evde hiçbişey yok mu ki biizm getirdiğimizi bize ikram ediyor diyebilir, insanlık halidir, o yüzden bi önceki misafirin paketinden çıkanlar ikram edilir.)

Paketler açılıp, paketler bitirilir her seferinde acaba bu sefer ne çıkacak merakı ile... Her misafir için ayrı bi maske takılır yüze, nitekim bi maskeyi birden fazla misafir için kullanmaya başladığında maske yüzünden düşer, iğreti durur, mazallah misafir anlayabilir ve "gördün mü bak, biz gelmeden önce maskesini değiştirmek zahmetinde bile bulunmamış " lafını bile yapabilir. O yüzden özenle seçmeli ve sık sık değiştirmelisin maskeni. Ama severim bayramları maskelere rağmen. Dedim ya çünkü bir yerden sonra inanıp gidersin rolüne, gerçekmiş gibi yaşarsın ve" hayatta bari bunu yapabiliyorum , insanlara bişey çaktırmıyorum, hayatta bari bunda iyiyim.." diye övünürsün kendinle. Bu yüzden severim bayramları kendimi takdir ettiğim az ve öz zamanlardandır zira..

Ama bu bayram bir gariplik var üstümde, bir sitem varki yüzümde ne kadar boyarsam boyayayım  kapatamıyorum yine eksik kalan yanlarımı. ( bu arada giydiğim bu elbise içinde kendimi çok rahatsız hissediyorum. Kafamı yiyeceğim yerde lokum yerim, canımı sıkacağım yerde portakal suyu sıkarım normalde, yani özetle takmam, ciddiye almam genelde problemleri ama demek ki bazı zamanlar içimde çok şey biriktiriyorum ki benim bile gücüm yetmiyor özlemlerle dalga geçmeye.

İçimde dinmek bilmeyen bir özlem var, sevgiliye duyulan özlemi geçtim, bayramlarda ortaya çıkan ve her bayramda daha da etkisini artıran ve kaynağı çok daha derinlerde yatan bir özlem var içimde. Kolay değildir bu duygudan bahsetmek ki çoğu zaman da bahsetmemeyi , göz ardı etmeyi bulurum çözüm yolu olarak. Şimdi bile binbir laf cambazlığı yapacağım direk söylemek yerine.

içimdeki özlem o kadar derin bir duygu ki bu duyguyu ancak senden bi parça olan birine duyulabilirsin. Belki de birçok şeye duyduğum bu özlem duygusu, içimdeki öze duyduğun özlemin bir tecellisidir, kimbilir. Öyle bir özlem ki yeri geldiğinde burun direklerim sızladının ne demek olduğunu anca böyle bir durumda bu kadar keskin hissedebilirsin.
Et kemikten ayrılır mı yahu ? Ewet ayrılıyormuş, hem de o et, kemikten ayrılmayı bizzat kendi istiyormuş. Gözden uzak olan gönülden de ırak mı oluyormuş ? Evet öyle oluyormuş hem de o gözden uzak olanın kendi seçimiymiş bu.Kendini bayramdan bayrama gösteriyormuş canından olan çok sevdiği parçasına !

Çok canım yanıyor, çok üzülüyorum ve çok özlüyorum bir bütün olmayı, unuttum artık biliyor musun bir bütün, bütün olarak nasıl davranır, neler yapar, nelerden konuşur, nasıl hisseder, bir bütünün parçası olan bir çocuk nelerden sitem, şikayet eder, nelere sahip olur, nelere özenir. Çünkü unuttum ben artık bütün olmayı, o bütünün bir yarısı kendi isteği ile gitti zamanın birinde ve ben eksik olan o bütünün bir parçası olarak devam ettim yaşamaya. Çok enterasan bi şey. hiçbir zaman bir daha bütün olamadık, eksik parça tamamlanınca diğer parça gitti, o yüzden bi yerden hep rüzgar aldı bütünlük hissiyatım, hep üşüdüm.

Hatırlamaya çalışıyorum şimdi bazı şeyleri, nasıl yaşardık eskiden diye, aklıma gelen tek cümle :" mutlu yaşardık " oluyor. Hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bile bile kurulan hayaller, hiçbir zama gidilmeyeceğini bile bile yapılan seyahat planları, gelecek tasarıları, pazar kahvaltıları, pazartesi gömlek ütüleme sendromları, acıbadem kurabiyeler, ülker çikolatalı gofretler, kuru et eşliğinde izlenen maçlar, sahanda yumurtalar, market alışverişleri, söylene söylene yemeye çalıştığım cumartesi akşamı balıkları... Mutlu bir bütündü o zamanlar ya, sorunsuz geçen bir ergenlik, ergenlikten olgunluğa geçişte yaşanan derin çöküntülerin üste üste gelmesi ile ortaya çıkan erken yaşlanma hissi. Güven duygusunun şekillenmesi gereken evrelerde gerçekleşen yıkımlar, gidişler geri gelmeyişler, hiç gelmeyişler, terkedişler, başlayamamışlar, düşüüyorum da hepsi ama hepsi o yarım kalan bütünden içeri sızan soğuk havanın bir sebebi.

Sonra düşünüyorum yine ve her zamanki gibi kimseye kızamıyorum, (yani kızıyorum da en fazla 3 dakika, sonrasında salak beynim yine bir şekilde diğerlerini haklı çıkarabiliyor kendince ) Herkes kendince haklı, sanırım hayatımın bir döneminde, bişeylere inanmaya en ihtiyacımın olduğu döneminde biri gizlice fısıldamış kulağıma :

"HERKES KENDİNE GÖRE HAKLIDIR .."

Diye ki hayatımın merkezine kazımışım bunu ve herkesi haklı çıkarmışım kendi gözümde. Çok da yanlış bir felsefe değil hani, herkes bencildir, kendi canının bi parçası da dahil olmak üzere (!) , herkes ilk önce kendi mutluluğunu düşünür ve buna göre davranarak sebeplerini şekillendirir. Ben şimdi kızamam ki bu insancıklar kendileri mutlu edecek yolu seçtiler diye, ben nasıl kendi mutluluğum için çırpınıyorsam bu insancıklar da aynı şeyin peşinde. Aslında hepimiz aynı şeyin peşinden koşuyoruz, sadece kimimizin dişleri daha keskin kimimizin değil. Herkes kendi mutlu olduğu yoldan gitmelidir ama ne bileyim bi yerlerde kalbimi kıran, inciten bir nokta var, tabiki mutlu olmak ,kendi sebeplerini peşinden koşmak zorunda ama bu kadar soğuk, uzak ve yabancı olmak zorunda mı kendi canına.

Sorguluyorum bir şeyleri. Diyorum ki bütün içinden biri sana bu kadar uzak olabiliyorsa, başka ne ehemmiyetin olabilir ki diğer insanların hayatlarında. Onun hayatında sen yerine getirilmesi gereken koskoca bir sorumluluk, bir görev iken ve sana sevgisinin sadece kısıtlı bir bölümünü sunarken, belki de çok yanlış şekillerde sunarken, başka insanlar nazarında nasıl bir değerin olabilir ki, nasıl bir sevgi besleyebilirler ki sana, neden beslesinler ki hem ? O yüzden sen sen ol, insanların hayatında çok hafif bir yük ol, fazla şey bekleme, isteme, umma, sevme çünkü nasıl olsa hak ettiğin karşılığı hiçbir zaman bulamayacaksın.
Al işte o bütünden sonra hiç denemedin mi eksik kısmı doldurmayı, denedin ama anlatamadın yine kimseye kendini.
Biri vardı, bencildi, ortak hayatınızı değil de kendi hayatını seçti. Kızdın mı, hayır, kızamazsın ki, haklı kendince. Haklı mı ?
Biri vardı o da kendini düşünüyordu ve farklı şeyler bekliyordu senden, kızdın mı hayır, gittin ama kızmadın, kızamazsın ki kendince haklı. Haklı mı ?
Biri var ki en çok o acıttı, "ben sonum" dedi, "bu son" dedi, "gel bende dinlen" dedi, sonra baktın ki o da aynı cehennemin dibinden gelmiş, sana cennet vaad ederken, içten içe kendi cehennemi içinde yakmaya hazırlanıyormuş meğer; bilemedin, hiç kimseye olmadığın kadar açık oldun bu kişiye, ama ne dedi , "İDEOLOJİ" dedi, "BİZ BÖYLEYİZ, SİZ BÖYLESİNİZ, BEN BÖYLEYİM.." dedi ve sormadı bir kere bile "Sen nasılsın?" diye, kimbilir sorsaydı, onun istediği gibi olabilirdin, çalışabilirdin çünkü o kadar çok üşüyordun ki..Üstelik bu kişi seni en zayıf olduğun yerden vurdu. Kayi, Kayi bile canımı bu kadar yakmamıştı, Kayi'nin zararı banaydı, ve Kayi'nin gidişi benimle ilgliydi, oysa bu son gelen beni can evimden vurdu. Beni değerlerim yüzünden, bütünümün yarısının benim tercihimin dışında eksik kalması yüzünden, kendi yüce saydığı ama bir o kadar sahte inanışları yüzünden ve bütünümün o değerlere hiç uymayışı yüzünden ezdi geçti. En çok ben bu son gelenden sonra incindim.Çünkü bu son gelen o ana kadar üzerini sürekli örttüğüm, görmemezlikten geldiğim, dalga geçtiğim acıyan yanlarımı yüzüme vurarak gitti kendi yeni dünyasına.

Ne uzun oldu be, bunlardan bahsetmeyi hiç ummuyordum oysaki, şöyle bi bayramda neden hüzünlü olduğumdan bahsedip et doğramaya gidecektim oysaki. Konu konuyu açtı, misafir gelmedi, annem etleri kendi başına doğradı ve ben bu noktalara geldim. E nasıl toparlayacağım şimdi, boşver toparlamak da istemiyorum.

BIRAK DAĞINIK KALSIN HERŞEY !!!!

peki babacığım , bıraktım dağınık kalacak herşey

ve sesime kulak veren herkes, hepinize tekrar iyi bayramlar. Sürç i lisan ettiysem affola ...

15 Kasım 2010 Pazartesi

ÖYLE BİR HAYAT İSTİYORUM Kİ ADI BASİT OLSUN, SOYADI HUZUR

ben çok basit bir hayat isterdim. Hayat oysa o kadar dallı budaklı ki...

Sabancı Üniversitesi'nde okuyorum, aman ne kadar iyi, ne kadar parlak bir gelecek, kola takılacak altın (!) bir bilezik. İdealler, sükseli bir şirketin yönetim departmanında çalışmak, lavaboya gidip ara ara makyaj tazelemek, topuklu ayakkabı tıkırtısı ... Akşam güzel ve modern bir evde yemek yemek, cool şeylerden bahsetmek, yatmadan önce yoga yapmak, klas yerlerde kahve içmek öğlenleri, etiketli şeyler giymek, düzenli olarak yüz maskesi yapmak, tırnak törpülemek, çok çalışmak, para kazanmak, daha çok para kazanmak, çok kazandıkça bankaya atıp çocuklarını kolejde okutma hayalleri kurmak ... 

Oysaki ben isterim ki küçük ve basit bi hayatım olsun. Taze fasülyemi kırıp akşamları ailemle sahildeki çay bahçesine gidip çekirdek çitleyeyim, isterim ki topuklu ayakkabı sesi duymak yerine o akşam o çay bahçesinde çayı karıştırırken çay kaşığının sesini duyayım. 


Sabah çalıştığım yerde ortadan ikiye kırık susamlarını döke döke simit yiyebileyim. Öyle bi yerde çalışayım ki içinde huzur olsun. Kitap olsun, çikolata olsun, müzik olsun, muhabbet olsun, sevgi olsun. Kitaplarımın altı çizik ve bazılarının sayfalarına mum damlamış olsun,

portakalı soyup başucumuza koyup bi yalan uyduralım ve sonra hep beraber o yalanı çözmeye çalışalım insanlarla, portakal bulamazsak mandalina soyup, kabuklarından mandalina çocuklar yapıp mutlu olalım.

Konuşalım, saatlerce, günlerce....düşüncelerden, duygulardan, insanlardan, kitaplardan konuşalım. Ellerini tutayım insanların çekinmeden ve gözlerinin içine bakarak mırıldanayım : "Her şey çok güzel olacak.."


Sonra karlı bi akşamüstü, en çok sevdiğim gelse elinde papatyalarla, kapıyı aralasa içeri soğuk hava girse ve mumları titretse alevlerinden dibine kadar, papatya kokusu mandalina kokusuna karışsa ve biz kitapları dinlenmeleri için yerlerine yerleştirsek konuşmadan, kalan çikolataları paket yapıp, arka mahalledeki çocuklara versek, o gün ikimiizn de kazandıklarını birleştirsek eve market alışverişi yapıp kediye mama alsak, ya da o akşam daha az yesek haftasonu tatilinde en yakınlarımızla sonbahar yürüyüşlerine çıksak, Yedigöllere gitsek, ateş yakıp kestane közlesek, hepberaber Peru'ya , Nepal'a gitme hayalleri kursak bir gün eğer paramız olursa. 



Anlatamıyorum kendimi, ben hayatta başarı istemiyorum, ben tapuklu ayakkabı giymek istemiyorum. Paris moda haftasını takip edip, Mid-point'de yemek yemek istemiyorum. Ben hayatta mutlu olmak istiyorum , kendi basit çerçeveli,az insanlı hayatımda huzurlu olmak istiyorum. Bay-Döner'de yemek yedikten sonra maç izlemek istiyorum bi sonraki haftanın satışlarını düşünmeden. Ben şirkete dha ne kadar kazandırabilirim ya da gözü benim yerimde olan şu yellozu nasıl haklayabilirim diye düşünmek istemiyorum, insanların fikirleri ve düşüncelerini düşünmek ve insanların iç dünyasına, maneviyatına hizmet edicek bir işte çalışmak istiyorum. 


Ben ağacın en tepesinde erişilemeyen elma olmak istemiyorum eğer hayat bir ağaçsa, ben altlarda düşme korkusu olmadan yaprakların arasında huzurla uyumak istiyorum. (bknz: ne kadar az yüksekten düşersen, o 
kadar az incinirsin)

Tüm bunları gerçekleştirmek başarılı olmaya çalışmaktan daha zor inan ki, ama eğer illa birşeyler uğruna savaşıcaksak, izin verin ben hayallerimi gerçekleştirme uğruna savaşayım, basit olmak için uğraşayım. 

İyi geceler....

13 Kasım 2010 Cumartesi

HOME SWEET HOME-2





Lal :  vanilyalı dondurma tadında =)  Saf.. Fresh ... İlkbahar sabahındaki rüzgar gibi tapteze ve bana ait ! 

12 Kasım 2010 Cuma

kendime ihanetim :(

İlgi alanlarımı geri kazanmalıyım,
Daha tanımadığım, tanışmadığım yığınla yazar,
okunmamış binlerce kitap,
hissedemediğim zilyon tane şiir,
imrendiğim yüzlerce şair var,
gezmediğim bi sürü kitapçı, her birinin kokusu ayrı,
keşfetmeye çalıştığım nice müzik,
defterim, sahi defterim...
Yazarlarımı, şairlerimi, kitaplarımı, şiirlerimi, filmlerimi, müziklerimi anlattığım defterim.
Kaybetmiştim.
Neden yenisine başlamadım ki.
Defterimde tutulmamış yüzlerce sayfa,
daha pek çok eski sayısını bulamadığım Bütün Dünya Dergi'si, 
gezemedğim sahaflar, 
sohbet etmeyi çok istediğim ama bi türlü cesaret edemediğim bi sürü sahaf insanları. 
Eski resimler, 
film afişleri, 
biriktirmeyi bıraktığım kitap ayraçları. 
Her zaman yanımda taşıdığım, günümi renklendiren, solduran her ayrıntıyı not ettiğim kırmızı kapaklı küçük defterim
geçmişim..
geleceğim...
bugünüm..

ilgi alanlarımı geri kazanmalıyım hem de hemen, şimdi .....

Madem Konserler dedik, konserlerle devam edelim.

İki hafta önce Gripin Konserine gittim. Daha doğrusu her zamanki gibi, ben gitmedim, onlar bize geldiler, bize ise koltuklarımıza yerleşip, arkamıza yaslanıp, gözlerimizi kapatıp kendimizi müziğin ritmine bırakmamız kaldı. Hemen hemen bütün konserlere gittim SGM'deki bazıları çok yavandı, çok basit ve çok ucuzdu, bu tür konserlerden sonra sevdiğimi sandığım sanatçılara da arama mesafe koydum. Benim için yaşamda önemli bişey varsa o da samimiyettir, samimiyetten yoksun bu sanatçı dostlarımızı da müzik listemden çıkarmak hiç zor olmadı ( bknz: Feridun Düzağaç ). Ama bazıları oldu ki, bazı anlar oldu ki, beni sessizce ağlattı, bazıları oldu ki beni hıçkıra hıçkıra ağlattı, bazıları bangır bangır güldürdü, bazıları aşka tekrar inandırdı. Tüm bu güzel anılar içerisinden bahsetmek istediğim 3 konser var aklımda (bir tanesi hakkında dün konuştum, Bülent Ortaçgil ) geri kalan ikisi ise Ezginin Günlüğü ve Gripin.

Gripin dinliyorum şu an Fizy dene erdavattan. Hatırlıyorum ilk şarkılarını duyduğum zaman ÖSS hazırlıkları içinde idik, aylardan bahardı ve ben elimde kitaplarla Beyazıt'taki yurduma gidiyordum kendimi ders çalışmaya kapatmak için. Yurdun kapısına gelince sırf biraz daha oyalanmak adına köşedeki "Kardeşler Market"e gidiyor, alabildiğim kadar çok Milka Üç Tat alıyordum. Kulağımda bangır bangır Gripin çalıyordu : "Söyle kaç yaşındasın, dertlerin başındasın, isitisnasız her an geçmişi özlüyorsan..."

Düşünüyordum özleyecek hiçbirşey yoktu ki geçmişimde, geçmiş diye bişey yoktu, gelecek vardı, umut vardı. İşte bir iki aya kadar biticekti tüm bu sınav meselesi ve iyi kötü bir yerlere giricektim. Giricekti. Belki aynı okulda olacaktık. 3 sınıfa gelicektik, beraber büyüyecektik, beraber Erasmus'a gidecektik, 4. sınıfa gelicektik, sözlenecektik (!). Acaba baloda hangi elbiseyi her seydim ki, ya da saçlarımı salık mı bıraksaydım ya da toplasa mıydı. Salık bırakmalıydım çünkü o saçlarımın rüzgarla dalgalanmasını seyretmeyi severdi. Şimdi neresindeyim hayatım. 3. sınıftayım, tek başıma büyüdüm ya da büyüyemedim, hep biraz çocuk kaldım, Erasmus'a gidiyorum ve gitmek burda kal diyen hiçkimsem yok, herkes iyi dileklerini paket yapıp yanıma veriyor, saçlarım her zamanki gibi yine upuzun ve düz, su gibi sakin artık, ellerim kayıp gidiyor saçlarımın arasından, eski deli dolu dalgalı hali yok halimin, hayatım gibi saçlarımı da dümdüz yaptım. Kulaklığımda aynı melodi " İstisnasız her an geçmişi özlüyorsan" bu sefer yürekten eşlik edebiliyorum ve hissederek.

Bakıyorum sahneye, yine her zamanki gibi gözlerimi ayırmadan, orda duruyor işte Kayi, kalabalık arasında, sanki varmış gibi, sanki yokmuş gibi, kendini herkesten gizlemek istermiş gibi, kendini herkese göstermek de istermiş gibi başı dimdik duruyor işte orda. Aslında yok ama görebiliyorum işte onu.

Bencil, ruhsuz ve boş gözlerle 
Karşımdasın yabancı halinle 
Bu ilk değil ama daha önce 
Bu son demen bu kadar koymamıştı niye 

Terkederken yanına al kara kaplı defterini 
Akıtırsın kaleminden son sözünü iki yüzünü 

Her nereye gidersen 
Kendinle yüzleşirken kimse duymaz yalan söyle 
Terkettiğin şehirler yarım kalmış şiirler 
Sustukların büyür içinde 



biliyorum aslında o da mutsuz evrenin bir yerinde bir şekilde. O yüzden diyorum içimden sahnenin önünde duran alkış tutan Kayi bu şarkı sana gelsin. Hayatta beni en çok üzebilecek ve mutlu edebilecek insan.


Neden durur masanın üstünde
Bomboş bir kağıt sevdiğin kalemle
Erken gelmeseydim
Yazacakmıydın üstüne
Bıraktığım yerde ama mutlu kal diye 



............



( MAVİ KUŞ )



Konserlere gitmeyi seviyorum ...Başka insanların hayatlarına tanık olmayı seviyorum, kendi hayatıma yüksek ses ve yanıp sönen ışıklar altında tanık olmaya seviyorum. 


Bir şarkı seçiyorum kendime, gözlerimi yanıp sönen ışıklara daldırıp Bülent Ortaçgil'in sesi huzurunda kendi hayatımı oturduğum koltuktan yanıp sönen ışıklar içinde görüyorum çakmak çakmak. Bülent Ortaçgil'in sesi işliyor kalbime acı acı, üşüyorum, oturduğum koltuğa daha da gömülüp, parmaklarımı sıkıyorum, gözlerim yaşarıyor, kimse görmesin diye gözümü kaşır gibi elimle geçiştiriveriyorum. Açıp kapatıyorum gözlerimi ve bir mavi kuş görüyorum havalanmaya hazırlanan; eşlik ediyorum Bülent Ortaçgil'e 


Mavi kuş her daim sarhoş
Biraz da bize kızmış, onun için hiç yüz vermiyor
Oysa güzel şarkıları vardı yıldızlara denizlere
Ama söylemiyor ki bizlere
Susuyor.



Kim küstürdü mavi kuşu bizlere bilmiyorum. O kuş alsa beni de götürse tüm bunların arasından, umduklarım arasından, gerçekleşmeyenler arasından, olmayanlar arasından, ***gece yalanları*** arasından. Bülent Ortaçgil durmuyor devam ediyor şarkısına


Suç işlemiş eller gibi
Perondaki boş trenler gibi
Ucu görülmeyen tüneller gibi
Gel hiç üzülme
Salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş.



Uyanıyorum rüyalardan, hülyalardan. Hiçbir şeye yetişemedim şu hayatta, ya çok erkenci idim ya da çok geçe kaldım. şarkının bu kısmına da geç kalıyorum yetişebildiğim kısımda ise bir inilti mırıltı gibi çıkıyor sesim. : "BEN GELEMEM SEN GİT BİRAZ DOLAŞ"


Bize biraz yalan söylediler
Çok saftık
Zararsız küçük yalanlar gibi
Yağmurdan kaçanlar gibi
Bütün vapurları kaçıranlar gibi
Gel hiç üzülme
Salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş



ışıklar yanıp sönüyor, insanlar şarkıya eşlik ediyorlar... insanlar konuşamasa ne güzel olur diyorum sonra eşlik etmeseler, insanlar konuştukça mavi kuş korkup asla çıkamayacağını bildiği bu bilmem kaç metre kare alanda çırpınıp duruyor, o kadar çok vuruyor ki, o kadar çok inciniyor, o kadar çok korkuyor ki, bir hayal oluyor en sonunda. gözlerimin önünde yitip gidiyor, bir hayal oluyor, masmavi hayal, havayı kokluyorum mavi kokuyor ...


Mavi kuş sanki bir düş
Kaşla göz arasında
Geceyle gündüz ortasında
Sokaklar bile sokaklara kesişir
Gölgeler ki güneşe bağlı
Biz ikimizde öyleyiz
Ama bilmeliyiz
Ağıramamış aydınlıklar gibi
Kireç tutmuş çaydanlıklar gibi
Hiç sevişmemiş insancıklar gibi
Gel hiç üzülme
Salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş
Mavi kuş her daim sarhoş
Biraz da bize kızmış



gözlerimi kapatıyorum sımsıkı, bir daha açmamak istercesine, mavi kuşun hayali ile bir ömür yaşamak istercesine, kızgınlığına, küskünlüğüne ortak olmak istercesine. Olmuyor ama yapamıyorum, seviyorum konserleri ve konserlerde insanları seyretmeyi. Bir şarkı seçiyorum kendime ve hayatını merak ettiğim bi kaç kişi etraftan. 


Bülent Ortaçgil başlıyor şarkısına : 


Hiçbir neden yokken, ya da biz bilmezken
Tepemiz atmış ve konuşmuşuzdur
Onca neden varken ve tam sırası gelmişken
Hiçbirşey yapmamış ve susmuşuzdur.

Aynı Anda aynı sessiz geceye doğru
İçim sıkılıyor demişizdir.
Aynı sabaha uyanırken kimbilir,
Aynı düşü görmüşüzdür.



Başlıyorum yolculuğuma tam ön çaprazımdaki çocuğun yüz mimiklerini izlemeye başlayarak, etraf karanlık ve müzik dolu herkes kendi dünyasına çekilmiş rahatım o yüzden yakalanma riskim yok insanların yüzlerini izlerken ve de kendi hayatımı şarkının sonunda mavi kuş hayali ile yok etmişken. Keşke diyorum biraz daha yan dursa da gözlerindeki ifadeyi görebilsem. kimbilir belki şu öndeki güzel kazaklı kız ile aynı anda nefes alıp veriyoruzdur, belki de o yaşlı amca ile aynı anda kalkmışızdır bu sabah. Sonra alıyorum bakışlarımı uykusuzluktan gözlerinin altı bir karış mor olan çocuğun başını nasıl taşıyamadığını izliyorum, gözlerimi hiç ayırmıyorum tek bir an bile, yakalanma korkusu olmadan hikayesini çıkarmaya çalışrak, onu bu akşam bu salonda olmasının nedenini keşfetmeye çalışarak, umutsuz mu, mutsuz mu, mutlu mu, kırgın mı olduğunu kestirmeye çalışarak, kendi yüz ifadesinden payıma düşeni almaya çalışarak. 


Olamaz mı? Olabilir.
Onca yıl, sen burada
Onca yıl, ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında

Belki benim kağıt param,
Bir şekilde, döne dolaşa
Senin cebine girmiştir.
Belki aynı posta kutusuna,
Değişik zamanlarda da olsa

Birkaç mektup atmışızdır.
Ayın karpuz dilimi gibi batışını
İzlemişizdir deniz kıyısında.
Aynı köşeye oturmuşuzdur Köhne'de,
Belki de birkaç gün arayla.
Olamaz mı? Olabilir.




Şarkı bitiyor ve alkış sesleri ile kendime geliyorum. İki hayat tüketmişim şu ana kadar, mavi kuş ile hayal olup uzak diyarlara yolcu ederken kendi hayatımı, iki sıra önümde oturanların hayatlarından yama yapmaya çalışmışım kendime aynı sabah kahvaltısını yiyip aynı renkte çorap giymiş olma ihtimalimiz dahilinde. 


bir şarkı bitiyor, diğeri başlıyor; bir hayat bitiyor, diğeri başlıyor ben de. Yaşamları yolcu etmeyi seçen ben değilim, şarkı bitiyor kimi  bir kuş olup uçmayı seçiyor ve gidiyor, kimi ise aynı kağıt paraya tekrar dokunabilme ümidi içinde bşaka yer ve başka zaman diyerek el sallıyor bana..


Bir konser bitiyor, diğer başlıyor, beklenecek nice konserler var içinde umutlar taşıyan. İçinde insanların hayatlarına tanık olma imkanı sunabilen,  "possibly, probably, maybe.." diyebilen. En son sözü, kapanış konuşmasını Bülent Ortaçgil'e veriyorum, herkes gidiyor salondan, tüm ışıklar kapanıyor, Bülent Ortaçgil alıyor beni karşısına ve torununa nasihat veren bir dede şefkati ile 
söylüyor 



Ve sen ben, değirmenlere karşı bile bile birer yitik
Savaşçı, Akarız dereler gibi denizlere, belki de en güzeli böyle…
Öne eğik başımı titrek hareketlerle yukarı kaldırıyorum mavi kuş'u son bir kere olsun görebilme umudu ile kontrol ediyorum koca salonu köşe bucak, meğer sonra farkediyorum Mavi kuş hiç gelmemiş, onu ben yaratmışım yanıp sönen ışıklar altında, Bülent Ortaçgil söylüyor : 
Uçurma uçar sözlüğümden, geri gelmeyecek bir kuş
Yaşanmamış kırıntılar sadece bir düş.
Çantamı topluyorum, bu konserin biletini de katlayıp hatıram kutuma sığacak boyuta getirip, biletin
üzerine ve hafızama kazıyorum: MAVİ KUŞ MEĞER HİÇ OLMAMIŞ !!!!  (11.11.2010)
Salondan koşarak uzaklaşıyorum ...





Bu Blogda Ara