26 Temmuz 2010 Pazartesi

güneşe sırtını dönen inatçı ayçiçeği


Dönüş yolundayım.....
Ayçiçek tarlalarının arasından geçiyorum.....
düzinelerce, yüzlerce, binlerce ayçiçeği arasından.......
güneş yerini değiştiriyor ve benim cancağızım ayçiçeklerim bedenlerini güneşe göre hizalıyorlar...
Tüm benliklerini teslim ediyorlar güneşin yakıcılığına...
Güneşin görkemine kapılıp, sarhoş oluyorlar güzelliği ile kararıp, kavrulmak pahasına.....
Güneş yakıyor, eziyor, geçiyor, paramparça ediyor güzelim bedenlerini....
Pervane böcekleri misali sevgili uğruna can veriyor binlercesi........
....
Neden sonra bir tanesi, binlercesinden sadece bir tanesi olanca inatçılığı ile güneşe sırtını dönmüş olarak gözüme çarpıyor.....
Saniyenin onda birinde gözüme çarpan bu inatçı ayçiçeği belki de benim hayal dünyamın naif bir oyunu gözlerime yorgunluğumla işbirliği yaparak oynadığı.....
Her ne ise ....
Ama gözümden gitmiyor o ayçiçeğinin mahcup gururu....
sevgiliye olanca biriken hasreti, bir yanda da kaskatı inadı.....
Binlerce ayçiçeğinden sadece bir tanesi güneşe yüzünü dönmemeyi tercih eden....
Güne bakanlar arasında yere bakan olan.....
Binlerce güne bakan arasında tek yere bakan olmanın ağırlığını omuzlarında taşıyan..
Kimbilir ne yaptı da kızdırdı, küstürdü güneş cancağızım ayparçası....
Kızmalı güneşe....
Güneş sinsi....
Güneş acımasız....
Güneş yakar acımadan kendine ölümleri pahasına tutkuyla sadık olan binlerce gündöndüyü....
.... Ama farklı benim ayçiçeğim......
Kurtarmalı onu ve benim hayal iklimimin sularında yeşertmeli...
gölgeliklerinde dinlendirmeliyim....

Kimbilir belki de bir süre yüzlerce sarı laleler arasında tek kırmızı lale olmayı göze alan yadigar lalem ile kavuşturmalıyım........

Ne garip.... uzun zamandan beri kurduğum tek cümle güneşi yüzünü dönen ay çiçekleri yakılası şu dünyayı severlerdi aslında'ydı.. Şimdi ise güneşi sırtını dönen ayçiçeği güneşi severdi aslında 'ya dönüştü =)

Üşüyorum....Dönüşüyorum....Düşünüyorum.... Düşüyorum.... .Düş mü....... Düş.....

uzun bir aradan sonra yine ben.. buraya gelme sebebim ne bende bilmiyorum.. çok yükseklerden, cennet diyebileceğin altı deniz olan tepelerdeydim uzun bir süre, düştüm bugun, balıklama bile değil, yukarıya tutunmaya çalışarak,ayaklarımın üstüne çakıldım.. buz gibi suya, gerçekleri bir bir yüze çarpan bir buz adeta, ayaklarım kırık, yüzemiyorum. yüksek, baktıkça yoracak,yordukça pes ettirecek bir yüksek.. hani demiştim ya ilk geldiğimde tam boğuldum derken tek çıkışı bulmak.. sahi aynı su, peki o çıkış neredeydi? boğuluyorum burda bulmak bu kadar zor değildi.. cennet ne güzeldi. aşağıdaki suya uzak durmak için bakarken, baktıkça yukarıya daha uzağım şimdi. oraya ait değil miydim yoksa ben? bir yanlışlıkla mı alındım ki içeri,şimdi kovulurcasına aşağıya itildim, düşmek istemedim ki ben.. suyun soğukluğuna bakılırsa küresel ısınma diye birşey yok, çok üşüyorum.. geçen her saniye bir başka uzvumun donduğunu hissediyorumi çırpınmak için kullandığım kollarım da gitti.. ben çıkmaya çalıştıkça itiliyo gibiyim bu buz denizine, yukarısı ne de sıcaktı.. serinlemek için bakardım, yaşamak için kaçmaya çalışyıorum şimdi bu güzel manzara denizinden.. ne uzatılan bir tahta,ne bir kol.. şimdi buraya aitim artık. çıktıktan sonra kırık ayakların üstüne nasıl basarım? donan kollarımın çözülmesi için kaç yıl gerek? peki ya yukarıya nasıl tırmanırım?

22 Temmuz 2010 Perşembe

İletişimsizlik çağının en büyük kanıtı değil de ne bu sosyal paylaşım ağları_?

formspringime gelen bir soruyu yanıtladım twitter ile ilgili... Kendi içimde hasbihal ederken konu konuyu açtı ve konu konuyu temizledi ve tek bir soru kaldı tozlardan, eşyalardan geriye:

"insan neden bu kadar çok kendini anlatma gereği duyuyor.???

Soruya twitter'in amacının insanların kendileri hakkında daha fazla şey söyleyebilme güdüsünü hayata geçirmek olarak tanımladım. Gerçekten de öyle değil mi, facebook, twitter, formspringme
hepsi ama hepsi insanlara kendimizle ilgili şeyler söyleme gayreti içinde olan bize hizmet etmiyor mu? ( ve de tabiki Sam Amca'ya )

Facebook'da video paylaşıyorum, bişeyler beğeniyorum, anlık iletiler yazıyorum, yorumlar yapıyorum. Facebook bana hizmet ederken bir yandan da ben de ona o kadar güzel hizmet ediyorum ki ...
.....
Peki neden yapıyorum bunu_?????
.....
Neden ve niye bu çaba_??
.......
yaptığım herşey aslında bir nevi kendimi kanıtlamaya çalışmak değil de ne_?
.......
Ben yüzyüze ilişkilerimde kendimi yeterince iyi yansıtamıyorum mu ki, sosyal paylaşm ağlarından medet umuyorum_?

kendimi anlatmada bu kadar beceriksiz miyim_?

Ya da söyleyemediğim o kadar mı çok şey var yüzyüze söyleyemedğim de facebooku aracı yapıyorum_?

Neden gönderdiğim her videoya bir anlm yükleyip, mesajın gitmesi gereken yere ulaşmasını tüm
kalbimle temenni ediyorum_?

Peki insanların ne düşündükleri ile niye bu kadar ilgilyim_?

Günlük hayat içinde yeteri kadar dikkat etmiyor muyum insanların ne olduklarına, kim olduklarına ki twitterdan facebook'dan öğrenmeye çalışıyorum..._?

İnsanları hiç mi dinlemiyorum ki, ne düşündüklerini " şu an ne düşünüyorsun" kısmından öğreniyorum..?

Yoksa facebook benden daha mı çok ilgili insanların ne düşündükleri ile_?


Peki ya fotoğraflar, neden güzel güzel fotoğraflar yüklüyorum facebook'uma_?

Kendini görücüye çıkarmak değil de ne bu _?

Neden insanların sadece en güzel hallerimi görmelerini istiyorum_?

Neden hep gülen, mutlu anlarımın fotoğraflarını paylaşıp, bakın benim hayatım işte böyle mükemmel imajı vermeye çalışıyorum_?

Kendime bu kadar güvenim yok mu _?

Durum her fotoğrafı incelerken facebook'a konulmalık ya da konulmamalık diye katagoriler belirleyecek kadar vahim mi gerçekten_?

İnsanlara ayırmam gereken, arkadaşlık bağlarımızı kuvvetlendirmek için gereken vakti facebook üzerinden yorum yaparak, like ederek ( lütfen!! beğenmek değil, like etmek !! nefret ettim şu an kendimden ) paylaştırmak ne kadar sağlıklı _?

Peki ya twitter, facebook yetmezmiş gibi neden twitter'ın da var_?

Hadi onu meşrulaştırdım kendi içimde, formspring_?

Neden insanlar bana soru sorsun diye bu hesabı aldım ki_?

Oysaki sorgulanmaktan nefret ederim, neden insan beni de tanısın diye sorular sorulara cevap veriyorum_?

Peki ya bu blog_??

Tüm özelimi, tüm iç dünyamı neden internte döküyorum ve hiç tanımadığım herhangi birinin bunları okumasından rahatsızlık duymuyorum, hatta aksine okumasını istiyorum_?

İnsanlar bu kadar mı görmez oldular birbirlerini de buralardan medet umuyoruz_?

Hadi kendi tanıdıklarıma tüm mahremimi açtım, tanımadığım insanlar neden bilsin Ki_?

Acaba herşeyimi buraya fütursuzca yazıp sergilemek , artık utanma duygum olmadığını mı gösteriyor_?

Bu blog'un gizlilik ayarları yok mu_?

Gece uzadı, kafamın içindeki filler dans ediyor, sanırım uyumam gerekiyor...

Yoksa gerekmiyor mu _?

farkına varamadım bu orantının !!!

11 Temmuz 2010 Pazar

Bitaneciğimin , en yakın arkadaşımın bana yazdığı şiir=)

Lal'e

Biliyorum onun gözlerinde gördüğünü,

Sen onun sözlerinde duyamadığını sevdin.

Sessizce hatta hayalinde sevdin sen onu.

Hayallerinde yıllarınız geçti.

Her karşılaşmanızda sanki biliyormuşçasına hayallerini,

Utanarak sevdin.

Biliyorum, kendine haksızlık etmek umrunda değildi

Sen onun ruhunda olmayanı sevdin.

En güzel çocuk masallarındaki karakterlerdiniz siz,

Sen prenses periydin, O ise kahraman prens.

Sana her umursamaz bakışında,

Her dikkatsiz sözcüğünden sonra tükendi sevgin.

Ama her anlamlı bakışında,

Her tatlı, yumuşak sözünde yeniden sevdin.

Sen onu, onun yalanlarında bile sevdin.

Aslında sen de biliyordun içten içe,

Geçmişte kalmıştı güzel hikayeniz.

Bile bile erittin kendini,

O ise gününü gün etti,

Sana yaptıklarından habersiz.

Sen onu, onun haberi olmayan tek şey için sevdin;

Bitmeyen büyük aşkın için,

Aşkınsa şimdi ümitsiz.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Kayi bir zamanlar bir insandı, şimdi yüzsüz, vücutsuz ve kimliksiz bir hayal oldu...


Kayiii..


bazen seni o kadar çok özlüyorum ki..O zaman herşeyi tüm engelleri, kendimi yakıp geldim işte kapına demek geliyor içimden....Sana olan sevgimi hiçbir zaman bilemedin, hiçbir zaman olduğu haliyle gösteremedim ki....Bu yüzden suçluyorum kendimi, aynı dünyada, aynı yerde çok farklı yollara gitmememizin acısını kendimden çıkarıyorum böyle zamanlarda. Seni nasıl zamandan ve mekandan bağımsız bir sevgiyle sevdiğimi, akıl almaz bir hayal gücüyle yaşattığımı, uçsuz bucaksız bir özlemle ve umutla beklediğimi bilseydin hiç gitmezdin. Gitsen bile gelirdin..


Niye gittin Kayi_?


Dün bir kitap okudum, Kürk Mantolu Madonna. Seni ve beni buldum kitapta. Sen varken ve senden sonraki Güliz 'in bu kadar değiştiğini bilmezdim. Sanki dün gece soluksuz okuduğum bu kitap sen gittikten beri değişen tüm yanlarımı, nasır bağlamış tüm yanlarımı gün ışığına çıkardı.. Bugünde dünkü depresyon halimi sürdürerek içimde sindirmeye çalıştım herşeyi, sonra bir film izledim, Leon, film bitti ve Sting'ten "Shape of my heart" çaldı ve ben anladım seni nasıl özlediğimi. Ya da kendimi , senin yanındaki beni nasıl özlediğimi.


Seninle kurduğumuz daha nice hayal, içini dolduramadığımız nice felsefe, gidilmemiş nice tiyatro, oyun, gezilmemiş bir dolu yer vardı. Sen hepsini bıraktın gittin aşk kavramını sorgulayarak gittin, bana aşık olmadığını söyleyerek gittin. Ah Kayi, Ah benim Kürk Mantolu Madonnam, yaşadığımız şey o kadar özel ve güzel bir duyguydu ki, aşktan da öte bir duyguydu. Adı aşktı, farkına varamadın. Kürk Mantolu Madonna romandaki Raif Bey 'e hayatlarının en mutlu gecesinin ertesinde en acı haberi veriyordu:


...Bu geceden sonra birbirmize her zamankinden daha da uzağız. Çünkü artık bir ümidim yok. bu sondu. Belki bu noksandı diye düşündüm. Ama değil... Sana aşık değilim.Halbuki dünyada sana aşık olmam icap ettiğini gayet iyi biliyorum.Fakat elimde değil, demek ki ben böyleyim.. Ne kadar isterdim başka türlü olmayı ne kadar isterdim....


Kayi senin bana söylediğin sözlere ne kadar da çok benziyordu Maria'nın dedikleri. Ama sevgili Kayi'm Maria aşıktı, onda eksik olan insanlara bir daha inanabilme, sevildiğinden emin olma , güvenebilme yetisiydi. Ben de hatalıyım ki, yenilgiyi çabuk kabul ettim, savaşmadım bizim için. Ah ne kadar aptalım. Biliyordum sen o'ydun. Sen Kayi'ydin. Bana benden yakın olabilecek, ben kendimi anlatmadan beni anlayabilcek, ruhumun en iyi dostuydun sen. Benden bir parça gibiydin. Seni görünce güneş ışığı almış çiçekler gibi hayat nüfus ederdi damarlarıma, gözlerimin içinin daha bir parladığını,daha anlamlı güldüğümü, daha neşeli olduğumu göremesem de bilirdim. Sen ruhumun hayata açılan penceresiydin. Seninle yapılan sohbetler, bazen sadec paylaşılan suskunluklar, seninle geçirdiğim o kısa zaman dilimi, hayatımda yaşamış olduğum tüm güzel zamanlara bedeldi.


Biz farklıydık onlardan ve garip bir bağ vardı aramızda bunu sen de kabul ediyordun, farklıydık birbirimiz için.. eksik olan neydi peki... Eksik olan ikimizin de inanabilme, güvenebilme eksikliğiydi. Sen bana inanmadım tam anlamıyla ve savaşılcak engeller karşısında yel oldun, uçtun gittin hayatımdan ve ben sana "dur gitme " diyemedim yeterince yüksek sesli, inandıramadım. Anlatabilseydim eğer herşey farklı olabilirdi. İçimdeki Kayi gidişinle bu denli eksilmezdi...


Sen gittin, ben insanlara tekrar güvenebilme yeteneğimi kaybettim. Kürk Mantolu Madonna 'da Raif 'in sesine kulak veriyorum ve bir kere daha anlıyorum içindekileri anlatmada ne kadar eşsiz olduğunu


Raif :" Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar inanmıştım ki, bunda inanmış olmak ben de artık inanma kudreti bırakmamıştı....


... Unutma unutma unutma ki o sana daha yakındı..Buna rağmen böyle yaptı...



Kayi sen gittin ve ben insanlara tekrar inanabilme, güvenebilme gücümü yitirdim ama yine de hayat bu ya, her tanıdığım yeni insanda senden bi parça arama ya da seni sadece hayalimde o tanıdığım bildiğim sevdiğim halinde yaşatma yönelimi bir doğa kanunu. Senden geriye kalan bana şimdi senin şu anki kişiliğinden bağımsız olarak eskiden yanımda var olan Kayi ve hatıralarımda hatırladım şu foroğraftki mutluluk anı.


Mutlu ol Kayi, çünkü aslında ben yüzsüz, vücutsuz ve kimliksiz hayalinle çok mutluyum

9 Temmuz 2010 Cuma

Panoramada birer birer yıkılan ideolojiler..





1453 Panaroma Müzesi...

İstanbul halkının geçmiş kalmış bir ihtiyacını karşılayan İStanbul Büyükşehir Belediyesi'ni tebrik etmekten başka birşey düşmez bana. Kuşkusuz belediye son iki yılda İstanbul Kültür Başkenti 2010 etkinlikleri kapsamında pek çok güzelliği, eseri halkıyla buluşturdu ve buluşturacak da fakat tüm bunlar içinde tüylerimi diken diken edecek olan başka hangi müze veya etkinlik olacaktır kuşkuluyum açıkçası..

Panaroma 38 metre yarıçaplı kürenin içine inşa edilmiş. Onu bu kadar güzel kılan da yürenin yüzeyine yapılan resimlerin, surların aslında gerçek yerlerinde oluşu. Hemen önünüzde gördüğünüz
surlar gerçekten de var. Kürenin yüzeyini saydamlaştırdığınızı hayal edip, bakışlarınızı müzeden dışarı verince resmini gördüğünüz surların gerçeği ile karşılaşıyorsunuz ( tabi ki yüzlerce yıl sonrasındaki haliyle )

Çerçevesi ve sınırı olan bir resim, ne kadar derinlik ve üç boyut duygusu uyandırırsa uyandırsın çerçevesini ya da sınırını görebiliyorsanız, onun sizden ne kadar uzakta asılı olduğunu anlarsınız. “İSTANBUL 1453 Panoramik Müzesi”ndeki çalışmada resmin bittiği yer diye bir şey olmadığı için, resme bakan kişi optik alışkanlıklarıyla eserin gerçek boyutlarını kavrayamayacaktır. İzleyici, platforma çıktığı anda 10 saniye kadar sürecek bir şok yaşamaktadır. Bu durum, resmin gerçekliğini ve boyutlarını kavramayı sağlayacak referanslar, başlangıç ve bitiş gibi dayanak noktaları bulamamanın şaşkınlığıdır. Burası insana, kapalı bir mekâna girildiği halde, bir şekilde tekrar üç boyutlu dış mekâna çıkılmış duygusunu yaşatmaktadır. (http://www.panoramikmuze.com/)

Panaromadaki çizilen 10000 figür o kadar gerçekçiydi ki ön planda duran askerlerin yüz ifadesini görünce top atışlarının ortasında kalan o dehşet anlarının içinde buldum kendimi. Sanki surların tepesinden kutsal askerlerimizin üzerine bırakılan yağın diri bedenleri cayır cayır yakışına 10 metre öteden bakıyormuşum gibi telaşa kapıldım bir an. Sanki biraz daha ilerleyebilsem o vadi boyunca tüm askerlerin yüz ifadelerini okuyabilecekmişim izlemine kapıldım da ziyaretçilerle resimleri eşyaları ayıran teratuarlar durdurbu beni.


( bknz: Ekibin bir kısmı çok miktarda ayrıntının 14 metre mesafeden görünmeyeceğini savunmuş, sonunda sanatçılar 14 metreden görünmese de biraz fazla ayrıntıya yer verme konusunda anlaşmışlardır. Böylelikle bir ziyaretçi farklı zamanlarda müzeye geldiğinde daha önce görmediği bir ayrıntıyı fark edebilecektir. )


Yapılacak bir şey olmadığının farkına varmamla kendimi büyük bir utanç ve pişmanlık silsilesinin içinde bulmam bir oldu. Kara kalpaklı komutanın bakışlarını üzerimde hissettim ve sorguladım kendimi atalarımızın bizlere bıraktığı bu emanete ne kadar yararlı olup onu ne kadar geliştirebiliyoruz diye...


O kadar insan bir hiç uğruna mı ölmüştü, üzerine bastığımız bu topraklarda bizler pervasızca cirit atalım diye mi kanlarını akıttı. İçim öfke ile titredi. Hedefi herkes olan ve aynı zamanda hiçbirşey olan bir öfkeydi bu, zaten içimdeki öfkenin kesin olarak yönünü hiçbir zaman tayin edemeyişimden ötürü savunamadım hiçbir görüşü. O zaman hissettiğim ise o zamandan beri türetilen her türlü ideolojinin içinin kof ve sönmüş, kirlenmiş, saflıktan uzak ve bayağı olduğuydu. Ve biz ecdadamızın kol kola girip savaşıp bizlere bahşettiği bu emanet topraklar üstünde birbrimizin ideolojisini yarıştırıp, bir karış toprak için, 3 kat fazla elbise için acımazsızca birbirimizi öldürüyoruz. Hangi akım insana ortak tarihini unutturup, insana ideolojilerden daha fazla değer verip, yüreklere nifak tohumlarını serpebilirdiki. Şu zamana kadar hiçbir yere ait olmayan ideolojik bakış açım , panaromadan sonra kesinliğe kavuştu. Görüşlerim hiçbir akıma malzeme olamazdı. Çünkü hepsinin içi kof, byağı ve saflıktan uzak, şeytan işiydi. Atalarımız tarafından uzun zahmetler sonucunda kazanılan bu cânım topraklarda, can cana kıymadan, basit ve mutlu bir hayat sürmek varken neden bu kavga. Farkettim ki hiç bir taraf bu basit ve mutlu dünyayı vaad etmiyor. Herkes kendi ırkının zulme uğradığını ve intikamını alması gerektiğini savnuyor, Tanrı aşkında herkes kendi ırkının üstünlüğünü sağlamak peşine düşmüş, bu halleriyle
şu resimde küfeleri taşıyan eşekten bile daha aciz bir hal alıyorlar fikrimde. En azından bu eşek'in küfeleri taşıyarak bir faydası olmuş nesline, bu devirdeki ideolojik insanlarımızın bırak kaydasının dokunmasını, birer kene gibi içten içe sömürüyor, kanatıyorlar kültürel mirasımızı..

Çok gezen mi bilir çok okuyan mı bilir diye düşünür dururlar, işte cevabı insanın vicdanında gizli ne çok okuyan kütüphanelerce bilgiyi yalayp yutan biliyor ne de deli gibi gezen gören inceleyen kişi. Bilen kalbimde, derinlerde inceleme, eleştirebilme gücüne sahip olan..Fatih Sultan Mehmet bu kişilerden biriydi o Allah'ın " Doğu ve Batı da Allah'ındır " ayeti kerimesi altındaki derin manayı kavramış ve fethinden daha çok önem verdiği İstanbul'un imarını yaparken yıllar boyu barış içinde yaşayacak bir milletin de temellerini atmış oldu. Öyleki yerel İstanbul halkı "Latin külahı görmekten ise Osmanlı sarığı görmek isteriz " diyerek tercihlerini belli ettiler.
Şimdi içinde yaşadığımız ayrılıkçı, bencil, kendi ırkının derdine düşmüş aciz topluluğu esefle kınayıp, Fatih Sultan Mehmet yürekli insanların hala yaşıyor olması için dua ediyorum..

....Allah hepimizi kirli ideoloji akımlarından koruyup, basit ama temiz hayatlarımızla mutlu olmamızı nasip etsin ve siyasi çatışma ağlarına düşen kullarını affetsin....

Amin....

Bir günlük yalnızlık..

Saatler geçiyor....
Yağmurlar yağdı deli gibi....
Annem patates Salatası yaptı ve dayımım geçmiş kandilini kutladı...

Yataktaydım...Bütün gün, sadece zaruri ihtiyaçlarımı karşılamak için kalktım yatağımdan ve sadece zaruri kelimelerimi harcadım bugün...

Bugün Lal 'in doğum günüydü ve ben ona en güzel hediyemi hiç konuşmayarak verdim. Fakat buna rağmen canım deli gibi tatlı istedi ve Naciye Teyzemin te ne zaman vermiş olduğu irmik helvasını buzdolabının bilmem neresinde bulmuş olmanın verdiği tebessüm tek mutluluk kaynağımdı...

Derdim yoktu, düşündüm taşındım, depresyona girmem için ufacık bir sebebim bile yoktu. Ama benim canım bugün yalnız takılmak istiyordu, belki de yağmurun getirisiydi ( yağmur her zaman neşe getirecek değil ya )

Demiştim en başından. Ben hayalleri, buhranları, uç sevinçleri, çalkatıları , anlamsızlıkları, anlamlılıkları, sarhoşlukları ve aldanışları, heyecanları ve yalnızlıkları olan garip bir limanım. Sabit olan herşey canımı sıkıyor ve beni benden uzaklaştırıyor. ( içinde bulunan ruh hali sanki hiç stable deyip, beni paylamaya çalışma okuyucu anlamaya çalış, anlayamıyorsan da bir daha okuma yazdıklarımı ) bir süredir fazla canlı, fazla interaktif , fazla yoğun bir hayatım vardı. Her gün yapılcak yığınla iş, görüşülcek bir sürü insan, gezilcek bir sürü yer hayatımı o kadar doldurmuştu ki kendimden kaçar olmuştum. Tamam hayatın nabzını tutmayı deli gibi seviyorum ama bu hayatımın genel yönergesi olduğum zaman görünmez elller boğalıyor beni sanki. Aynı şeyi uzun bir düre yapmaya katlanamıyorum. Bu mutluluk da olsa, uzun süren mutluluktan da sıkılıyorum. Benim hayatım inişler çıkışlar ve çalkantılar içinde sürüp gitmeli. Anlasana işte ben normal insanlar gibi değilim. Bu yüzden bir kalıba koyamıyorum benliğimi. Her tanım biraz eksik, her tanım biraz fazla kalıyor beni anlatmada. Benim oksijenim dengesizlikler, benim doğrultum bugün kuzeye giderken yarın güneye gitmeye karar vermek. Yalnızım bu yüzden, kendi içimde de yalnızlaşıyorum böyle zamanlarda. Kayi'ye de yabancılaşıyorum.

İşte bugün de o günlerden biri. Bütün gün yaptığım yatağımda oturup hayal bile kurmadan kitap okumaktı. Yalnızlığımı paylaşabildiğim tek yaren kitaplarım çünkü. Çünkü onlar değişiyor, gelip geçiyor. Yüzyıllık Yalnızlıktaki Ursula oldum bugün ilk önce.. Macondo adlı şehirler, dağlar ve zamanlar arasında yapayalnız kasaba Macondo'a yapayalnız bir Ursula oldum 50 kişilik kalabalık ev nüfusu içinde. Kitap bitti, Maconda yere bir oldu ve ben Ursula'yı kırmızı kapaklı defterimin satırları arasına gömdüm. Sonra mutluluğu Kürk Mantolu Madonna portresinde bulan Raif oldum. O hayallerindeki kadını Kürk Mantolu Madonna Portresinde buldu ben de hayallerimin kahramını Kayi'de buldum.

Tüm gün boyunca ses çıkarmadım. O kadar sessiz kaldım ki kendi sesimi bile unuttum. Kitaplarımdaki karakterlerin sesi o kadar güçlüyü ki kendi sesimi bastırdı ve beni bugüne kadar koşturmalı yaşantımdan sıyırp kollarına aldı. Bugünün adı Bir günlük yalnızlık, Gabrial Garzia Marquez'in yüzyıllık yalnızlığının bir odaya, bir güne ve bir kişiye sıkıştırılmış halini yaşarken, Raif Efendi'nin Kürk Mantolu Madonnasını Berlinde bir resim sergisindeki bir portrede bulmasına içten içe gıpta ediyorum..

Şimdi susuyorum, yarın muhtemelen bu bir günlük inziva etksini azaltmış olacak ama söylenecek çok söz birikecek bugünden yarına....

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Ben ilk görüşte aşka inanmam.. Ama inansaydım ve Kayi olmasaydı . . .


Olmadı ...
Olamazdı...

Aslında ben de hoşlanmıştım ondan hani ilk bakışta. Ama ilk görüşte aşka inanmazdım ben , hele hele hiç tanımadığın birinin gelip bana bişeyler hissettiğini söylemesini hakaretle bir tutardım kendime. beni tanımadan ne cüretle benden hoşlanabilir ve beni bişeyler içmeye davet edebilir diye... Bildiğimi yaptım karşı koydum ısrarlarına, sesindeki korkak tınıya ve titreyen ellerine aldırış etmeden başımı dik tutarak:

" Çünkü seni tanımıyorum ve tanımak istemiyorum " dedim.

Öyle ya ; hiçbirşey bilmiyordu... ama hiçbirşey...
Adım
Sanım
Kaç yaşında olduğum
En çok hangi tatlıyı sevdiğim
hiçbişey.... hiçbisey bilmiyordu...
Sadece sesimi bahşetmiştim ona ve giderken adımlarımı


Sorguladı, bir şans verirse bana kendini sevdirebileceğine dair şairene sözler söyledi, hiç mi şansı yoktu peki_??

Ewet hiç şansı yoktu, erkek arkadaşım olup olmadığını sordu gözlerindeki tedirgin ifade ile , ellerini koyacak yer bulamıyordu, yürümeyi teklif etti, yürüdük, yüzünde heyecanlı bir gülümseme vardı, sıradan biri olmadığı belliydi. Sıradan insanlar gibi bakmıyordu, sıradan insanlar gibi alçalıp yükselmiyordu sesi, dünyaya bir iz bırakan şanslılardan biriydi belliydi. Yürürken dil döktü, aslında dil dökmesine de gerek yoktu, anlamıştım herşeyi, uzaktan uzağa izleyişini, ben bulmaca çözerken, kıvrılan yüz hatlarımı beynine nakş edişini, gözlerini gözlerimle buluştırmaya çalışma çabasını, naif düşüncelerini, hepsini bilmiştim ve biliyordum ben giderken peşimden geleceğini. Acamiydi de ayrıca o da belliydi, daha kirlenmemişti yüreği, saf kalmıştı belki onda beni ilk etkileyen de oydu kimbilir. Nerden mi bildim bu kadar ayrıntıyı, çünkü bendeki anlamsız, çocuk telaşını onda da görüyordum ve o ordan gizli gizli beni izlerken ben de ona bakmada onu izliyordum çünkü. Bakışları iç benliğime çarpıyor ve karşılıklı münakaşa ediyordu sessiz benliğimle. Anlatılması garip bir durum bu, eğer ilk bakışta aşkın doğru olduğuna inansaydım ve Kayi'yi tanımıyor olsaydım belki inanabilirdim sözlerine. O ilk bakışta aşka inanıyordu ama karşısında şirin şirin oturan kızın nasıl bir şizofren olduğunu bilmiyordu. Aslında onu kurtardım kendimden.

"Gitmem gerek, tanışmak istemiyorum" dedim,
"niye" diye sordu yüzü ter içinde,
"erkek arkadaşın mı var _?"

Gülümsedim ve " Hayır erkek arkadaşım yok ama Kayi var dedim.

Şaşırdı, bişey diyecek oldu ama sorulması gereken doğru soruyu bulamadı o şaşkınlık içinde, panik oldu birden gülünç bir şekilde, kimbilir belki toy haliyle Kayi'nin babam olduğunu düşündü =)

Yine Gülümsedim ve o bana birşey söylemeden ben ekledim tekrar :

" Kayi, benim kahramanım, ama onun bundan haberi yok muhtemelen."

belki dalga geçti verdiğim cevapla, işe bak hoşlandığı ve açılmak için fırsat bulduğu kız deli çıkmıştı. Karar verdi mor elbiseli kız bulutlar üstünde yaşıyordu o ise yeryüzünde , sanki bundan emin olmak istercesine ayağını altında uzayıp giden beton zemine baktı.

Beynim tüm hareketlerini an be an hafızama nakşediyordu. O anda düşündüğü , düşünemediği, düşündüğünün kendisi bile farkına varamadığı onca şeyi akıl almaz birşekilde görüyordum, kalp gözüm mü açılmıştı ne, eğer ilgi alanımı onun düşüncelerini okumaktan çok biraz daha kendimi sorgulamaya, o hissettiğim garip şeyi tanımlamaya çalışsaydım ( ve de ilk görüşte aşka inansaydım ) belki benimle beraber biraz daha yürümesine kendini tanıtmasına izin verirdim..

Ama zamanım yoktu, beynim şu ana kadar hep bana oyunlar yapmıştı da kimseyi oyunlarıyla şaşırtmamıştı. Onun düşüncelerini okuyabilmenin verdiği güvenle son sözlerimi söyledim o hala yeryüredeki kıvrımları inceleyip nerde yaşadığına karar vermeye çalışırken

" Bakışlarını yerden kaldır, ama bakma bana"

Dedim...
Ve gittim...
En iyi bildiğim şeyi yaptım..
Yüz ifadesini görmeme, biraz daha yüzünü, düşüncelerini, kalbini okumama izin vermeden gittim..
Arkama bakmadım ama gözümü kapayıp hayal ettiğimde o şaşkın, üzgün , aklı karışmış gülümsemesini gördüm ve ben de gülümsedim..

yol devam ediyordu, Ipod'umu tekrar kulaklarıma yerleştirdim, sesini yükselttim, A MIRAGEM çalıyordu bangır bangır, Kayi 'yi gördüm sonra gözlerimi kapadığımda, kendinden emin öylece bakıyordu bana, yol devam etti ve ben sadece gülümsedim..

Bu Blogda Ara