18 Eylül 2010 Cumartesi

Geç kalmış bir anlatım.. l feel that l am growing older !


Bu 3. inşallah bu sefer başaracağım. Bazı şeyler hemen su üstüne çıkmayı sevmez. Derinlerde gezinip, büyümeyi, olgunlaşmayı, yüklenmeyi sever. En doğru zaman ve en doğru yerde ortaya çıkmak için sabırla bekler.. Şu an bazı şeyler anlatmak için kendimi yeterince olgun hissediyorum. Bir haftadır, insanlara hiçbir şekilde belli etmediğim bir şekilde çeşitli duygu gelgitleri yaşıyordum. ( olgunlaştım, artık dengeyi buldum demeyeceğim; çünkü olgunlaşmak bu değil bence ) Mutluluklar biriktiriyordum anlatmak üzere ama sonra ufak bir rüzgar esiyor, bir koku getiriyor ve ben kendime yepyeni üzüntüler türetiyor, saklanacak yer arıyordum. Şu an her şeyi anlatabilirim sanırım. Anladım ki bazı şeyleri söylemek için olayların üstüne 2 kere duş alıp, 3 kere yemek yeyip ve bir t-shirt almak gerekiyormuş ( just kidding ! ). Hiçbir şey değişmedi aslında bende , boşuna demedik " NOTHİNG GONNA CHANGE MY WORLD!" diye. Ewet hiçbir şey değişmedi ama duygular gelişti..

Stajımın son haftası çok yorucu, bıkkın ve bezgin bir haftaydı, doğru ama 1.5 aydır yaşanan her şeyin meyvelerinin de yendiği bir zaman dilimiydi. Neresinden başlasam, neresinden başlasam. Sanırım canımın istediği yerden başlayacağım ve her zamanki gibi kuralsızlıkla yazacağım. Duygular karar verecek nerede ne zaman dile geleceğine...

yaklaşık 20 gündür karşılaştığım biri ( bir çeşit homless )vardı. Kadıköy Otobüs Duraklarında, o kadar korkunçtu ki, kapkara bir yüz, aslan pençesini andıran kocaman eller, keçeleşmiş saçlar, her nefes aldığında içine aldığı havaya lanet eden iki kocaman burun deliği, geniş omuzlar ve deprem yaratacak güçte kuvvetli bir ses. Nasıl korkardım, nasıl korkardım anlatamam. O kadar ki, yanıma 5 metreden fazla yaklaşacak olsa, gidip poğaça satan abinin boynuna atlayabilirdim. Bir sabah baktım ki evini ( yani bir bataniye ve bir kilimini ) bizim otobüs durağının arkasına taşımış. muhallebi nasıl iki kat kek hamurunun arasına yayılırsa dev cüssesi de bu kilim ve batanniye arasına öyle yayılmış. Bataniye hoooop iniyor -nefes veriyor, hooop kalkıyor -nefes alıyor; hooop veryor, hop kalkıyor. Adamın nefes alış verişlerine kendi kalp atışlarımı sakinleştirip de ayak uydurduğumda bekleme oturaklarının kenarına ilişiverip, en sevdiğim radyo programını açıp, kafamı dağıtmaya çalıştım. Sevindim, poğaça satan adamın boynuna sarılmamıştım korkudan. Adam kalktı, bataniyesini topladı, gözlerini ovuşturdu ve göbeğini kaşıdı, tamamen arkam dönük oturmadığım için her hareketini görebiliyordum. Göremediklerimi ise beynimde canlandırıyordum. Ama görüntü giderek yaklaşıyordu. Korku filmi gibi, her adım attığında etrafındaki tüm otobüsleri yerlerinde titretiyordu:
-Para var mı para _??
-Git başımdan
-Abi para var mı , karnım aç !

Ben ki inanmam dilencilerin yalanlarına ( bknz:Allah sevdiğine bağışlasın, Allah yolunu açık etsin ... ) Ama sana anlatamam, adamın bakışlarında bir şey vardı. Bir saniye, belki daha az, belki daha fazla bilemiyorum. Ama bir şey vardı bakışlarında. Bazı anlar oluyor, sanki bütün görsel öğeler, nesneler, cisimler maddeler siliniyor gözlerimin önünden, hisler ve idealar kalıyor etrafta ve ben tüm bu soyutlukların arasında rahatça dolanabiliyorum. Çok kısa süren anlar bu bahsettiklerim ama saatlere bedel. İşte öyle bir andı bu. Adamın gözlerindeki çaresizliği gördüm. Şarapçıydı belki ama insandı. Pisti belki ama açtı. Korkunçtu belki ama evsizdi. Gidip ona para vermek istedim tüm korkularını yenip ama yapamadım, olmadı nitekim. Onun yerine köşeme daha da sinip, başımı önüme eğip, gittikçe artan kalp atışlarımla otobüsü beklemeyi seçtim. O ise para isteyecek başka bir adamı..

Otobüse bindim. Staja gittim. Otobüsten indim. Staja gittim. Yemek yedim, Staja gittim. Müzik dinledim. Sataja gittim. Facebook'a girdim. Staja gittim. Adamı düşündüm. Staja gittim.

Düzen mükemmel izliyordu işte. Herkes olması gerektiği yerde, olması gerektiği şekilde. Adam duraktaki bataniyesinin altında, ben bilgisayar başında, yemekler yemekhanede, insanlar durakta..Ne kadar da güzel şekilde dolduruyorduk düzenin olmazsa olmazlarını. Büyük Modern Aristokratik Güç her şeyi ayarlamıştı,
herkesin bencil olmasını sağlamıştı,
insanları birbirinden korkar hale getirmişti daha bireyselleşsinler diye.
insanları birbirine güvenemez hale getirmişlerdi daha da yalnızlaşsınlar diye.
El alem ne der'i türetmişti, insanlar arasına kibir ve ayıplama girsin diye.
Ve ben bu dünyaya ait olmadığımı düşünen ben ne kadar da güzel dolduruyordum kendime ait olan yeri bu düzen içinde. Kızdım kendime, sövdüm, söylendim ve o gün kendimle hiç sohbet etmedim, konuşmadım ki yalnız kalsın. Kendimi, kendimden uzaklaştırarak cezalandırdım bu düzene uyduğum için ve "ben" gibi olana kadar da sürdürmek istiyordum cezamı. Bir çeşit nefesini tutma cezası gibi. Ben bu dünyanın oksijeni ile yaşamıyordum ve bana verilecek en büyük ceza kendimi oksijensiz bırakmak, diğer insanlardan biri gibi olmaktı, bana en ağır gelecek olan, en çok acı verecek olan da bu değil miydi zaten. Ta ki, korkularımı, içimden geldiği gibi yaşamaya çalışana kadar.

O sabah kalktım. Otobüse bindim. Otobüsten indim. Vapura bindim. Vapurdan indim. Durağa geldim. Adam orada bataniyesinin altında yatıyordu yine. Birazdan kalkacak, bataniyesini katlayacak, sonra kahvaltı için para isteyecekti. Kalbim yine duracak kadar hızlı hızlı atıyordu. Tüm kornalar, vapurların düdük sesleri, insan kargaşası ağır çekimle yavaşladı da bir kalbim kendine hakim olamadı. Dedim :" Heey işte fırsat, kanıtla kendime kim olduğumu ( ben bu kadar değilim kışlada ölü bir zaman...)" Karnım açtı, karnı açtı, poğaça mis gibi kokuyordu, otobüsler hareket ediyordu.

Poğaçacı adamım yanına gittim ve titrek bir sesle:
- 5 poğaça bir simit lütfen, bir tanede meyve suyu !
Adam şaşırdı, çünkü bir süredir adet edinmiştim sabahları sadece bir açma almayı, 5 poğaça, bir simit ve bir meyve suyu garip geldi ona da =)
paketi aldım. Huyumdur, her zaman poşetin tutma yerlerinin hemen altındaki kısmını başparmağımla oyar, orada kendine gelik açar ve poşeti oradan tutmaya çalışırım. Elimdeki de ince beyaz foşur foşur bir poşetti ki hemen uygun deliği kendime açtım. Zamanıydı artık.

Kalp: küt küt küt küt küt küt küt..."
damarlar: tik tik tik tik tik tik.
Saç telleri : zangır zangır zangır, zangır.
Yerime oturdum, kağıt kalem çıkardım, titreyen hecelerimle, çirkin yazılarımla yazdım : AFİYET OLSUN =).
Kağıdı poşetin içine attım, peçetelerin hemen üstüne gelecek şekilde. Yazdığım nota karşılık, simidi talep ettim poşetten, Simit hiç karşı koymadan ellerimin arasına geldi arkasında bir iki susam tanesi bırakarak, simit kolumda bilezik gibi.. elimde de poşet. Arkaya döndüm eğildim ve poşeti usulca bataniyenin yanına bırakıverdim, adamın dağınık saçları örtünün altından gözüküyordu ve beyaz, delik açılmış poşet ile arasında yaklaşık bir karış vardı ve poğaçalar mis gibi kokuyordu. Simit kolumda hala bilezik gibi... Midem karıncalanıyor, açlıktan mı hayır hayır, heyecandan, yüzümün bembeyaz kesildiğinin farkındayım. Rahatlamam lazım, rahatlamam lazım.
Pırrrrr güvercin önümde, bayılırım güvercinlere, avarebo tarzında yürüyüşleri, attıkları her adımla yerinde duramayan başcıkları ile bayılırım güvercinlere. Kolumda hala simit bilezik gibi...
Neden sonra çıkardım simidi, ikiye böldüm
bir yudum bana, bir yudum ona,
bir yudum bana, bir yudum ona.
Pııııırrr bir tane güvercin daha, bir yudum bana,
iki yudum onlara, bir bana, iki onlara derken bitirdim simidi...
Nasılda koşuyorlar, koşuşuyorlar simitlerin etrafında..
Sonra mı ?
Otobüse bindim, otobüsten indim. Staja gittim. Facebook'a girdim. Staja gittim. Yemek yedim staja gittim.

Bağırıyorum avaz avaz, duymuyor musunuz beni ?
Bakın nasıl da gülüyorum kahkahalarla görmüyor musunuz ?
Avaz avaz konuşuyor, wuhuuuuu mutluluk çığlıkları atıyordum içten içe.İşte sonunda başardım dedim kendime. Görünen köyde sistemin bir parçası olup, görünmeyen köyde kendi evrenimde korkularımı yenip, nefes almayı başardım. Bağırıyorum : "Ben 9. Henry'im," Bağırıyorum : " Güneşi ben durduracağım !" mutluyum gülümsüyorum, gülümsetiyorum.

Akşam oluyor. Satjdan çıkıyorum. Otobüse biniyorum, stajdan çıkıyorum. Otobüsten iniyorum. Stajdan çıkıyorum. Vapura biniyorum, içeri oturuyorum.
Dışarda iki arkadaş resim çekiyorlar kendilerini, aramızda bir cam. Benim burnum cama yapışık. Sonra Güliz çıkıyor: " heyy durun ben de istiyorum. Cam aralık ayağa kalkıyorum ve dişlerimi göstererek poza dahil ediyorum kendimi. Hiçbirşeyden korkmuyorum, çekinmiyorum. Deli bir sarhoşluk hali ,deli bir mutluluk halinde nereye bulsam sataşıyorum. İçimdeki Güliz benden büyük, benden fazla. Taşıyamıyorum. Taşıyorum, taşkınlık yapıyorum. İnsanların fotoğraf karelerine dahil ediyorum hayatımın "dişler" kısmını. Utanıyor muyum, ewet, kızarıyor muyum hem de nasıl. Ama Güliz bu ! kızlar fotoğrafa bakıyorlar, bana bakıyorlar ve gülüyorlar. Ben de gülüyorum. Gülüyoruz. Martılarda gülüyor. " Merhaba, demek istedim" diyorum, camı kapatıp " There is a light that never goes out " dinlemeye başlıyorum.

Take me out tonight
Where there's music and there's people
And they're young and alive
Driving in your car
I never never want to go home
Because I haven't got one
Anymore

Mutlu muyum, evet mutluyum, belki de içtiğim Lustral'ın etkisi ama umrumda değil. Umrumda olmasına izin vermiyorum. Vapurdan iniyorum. Stajdan dönüyorum. Yolda yürüyorum. Stajdan dönüyorum. Yolda yürürken sabahki adamı düşünüyorum;

acaba ne zaman uyandı?
acaba poğaçaların hepsini yedi mi ?
acaba meyvesuyunu kayısı mı tercih ederdi?
acaba meyvesuyunu tek dikişte mi içti, yoksa poğaçalara göremi ayarladı yudum sayısını?
acaba notumu gördüğünde ne hissetti?
acaba acaba acaba "Bir dost" diye de eklese miydim sonuna ....

Yolda yürüyorum. Stajdan dönüyorum. Bir adam bağırıyor : "Çocuğunu sevindir" Adam renkli baloncuklar üflüyor Eminönü balıkçılar meydanına..Baloncuklar turşu suyu satan adam arasından süzülüp, mısır satan adamın önünden geçiyor, bana geliyor. Hep yapmak istemiştim diyorum. Yakalayabildiğim kadar çok baloncuğu yakalıyorum. Sayısı mı ne fark eder, içimden bağırıyorum : "Çocuğunu sevindir" ve içimdeki çocuğu sevindiriyorum. Çocuk gibiyim ama bir o kadar da olgun.

Otobüse biniyorum, stajdan dönüyorum. Sırada bekliyorum " there is a light that never goes out" dinliyorum:

Take me out tonight
Because I want to see people and I
Want to see life
Driving in your car
Oh, please don't drop me home
Because it's not my home, it's their
Home, and I'm welcome no more

Mutluyum bugün, hiç olmadığım kadar ama bir o kadar da yorgun. Deli gibi uykum var, karnım da aç. Ama hayır yazmalıyım, yazmalıyım. düşünüyorum.
Tüm bunları " yemek yesem de mi yazsam, yemek yemesem de mi yazsam" dayanamıyorum yemek yiyorum ve yazıyorum.
Ya da yazamıyorum. Yani mutluluğu yazamıyorum. Çünkü kapının zilini çalıp, üstümü değiştirip, yemek yeyip, bilgisayarı açtıktan sonra pufff her şey sönüyor. Mutsuzluk , ümitsizlik devreye giriyor. Neden mi, ben bile bilemiyorum. Diyorum ki yorucu bir gün geçirdin. Asteks'den gelen oksijeni fazla içine çektin de bu yüzden böyle sarhoş gibisin. Bulutların üstünde yürürken bir çeşit sirkülasyona yakalandın da o yüzden bu kadar bitkinsin. Aynada bakıyorum, gülümsüyorum ama rengim bembeyaz, ya da sapsarı. diyorum fazla gittin bugün kendinin üstüne.Uykuya ihtiyacın var... Uykuuu... Lustral mı ?.... Herneyse uyku çok güzel. Birşeyler yazıyorum bloğuma ama anlatmak istediklerim bu değil diyorum. Sinirleniyorum, kapatıyorum.

içimden mırıldanıyorum :

And if a double-decker bus
Crashes into us
To die by your side
Is such a heavenly way to die
And if a ten-ton truck
Kills the both of us
To die by your side
Well, the pleasure - the privilege is mine

gözlerimi kapatıyorum .Karışığım !



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Blogda Ara