24 Ağustos 2010 Salı

bir gün ben de bu hayali kısmi de olsa gerçekleştireceğim, tabi ilk önce bisiklet kullanmayı öğrenmem lazım =)

YOL HİKAYELERİ - 1. HAFTA
Yola çıkmak için son hazırlıklarımı yapıyorum. Birazdan yola çıkacağım. Sahip olduğum bütün herşeyi arkamda bırakarak düşeceğim yollara. Yapmacık olmayacak hiçbirşey. Çırıl çıplak, tamamen kendim olup karışacağım doğaya ve yeni insanlar tanıyıp mutluluğu arayacağım kocaman yüreklerde.Önce kafasını yumurtadan yeni çıkaran bir timsah yavrusu gibi gökyüzüne bakarak derin bir nefes alıyorum. Ciğerlerimin kapakcıkları titriyor o nefesi hissettiğinde. Heyecandan kalbim küt küt atıyor, ruhum ise özgür olmanın coşkusunu yaşıyor bedenimde. Sanki üç nokta savaşları yaşanıyor beynimin içinde. En gizli öznemde bile üç nokta var… Bazen kurşun gibi ağır bazen de tüy gibi hafif hissediyorum kendimi… Kadıköy’de bugün çok farklı bir hava var ve ben geçmişim kendimden. Hem de öyle bir geçmişim ki, son defa parayla su almaya gittiğim bakkalın önünde unutuyorum bisikletimi. Hay Allah! neler oluyor bugün bana böyle? Hayallerin gerçekleşmesi midir metabolizmayı bozan yoksa artık burnumda kendi cesedimden gelen ölüm kokusunun dağılıp yerini daha farklı bir kokuya bırakacak olması mı?Son kontrollerimi yapıyorum. Yola çıkmak için artık hazırım ve tanıdığım tanımadığım herkesle vedalaşıp artık basıyorum pedala. Arkamı dönüp baktığımda el sallayanları görüyorum. Kiminin yüzünde hüzün kiminin yüzünde ise tatlı bir tebessüm…

ARTIK YOLLARDAYIM!

Bir an önce İstanbul trafiğinden kurtulmak için var gücümle asılıyorum pedala. Ümraniye üzerinden ilk durağım Şile’ye gidiyorum. Uzun ve yorucu rampaları aşmak biraz zor oluyor ama inişe geçtiğim zaman bütün yorgunluğumu hemen unutuyorum. Rüzgar kulağıma şarkılar mırıldanırken cırcır böcekleri kendi aralarında serenad yapıyor. Doğanın o müthiş müzikaliyle yüzümde oluşan gülümsemeyi gören biri olsa kesin bu adam delidir der. İster deli desinler ister akıllı ama bildiğim tek şey; o an hissettiklerimin asla parayla satın alınamayacağıdır…Zorlu ve dik rampalardan birini aştığımda yol kenarında bir gözlemeci görüyorum. Uzaktan el sallayark ‘’gel bir soluklan sonra devam edersin’’ diyor. Elimi yüzümü yıkayıp biraz dinlenmek iyi gelir düşüncesiyle çekiyorum bisikletimi dükkanın önüne. Kimsin, necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun gibi sık sık duyacağım soruların ilkini burada duyuyorum. Ben sakin sakin sorulan sorulara cevap verirken önüme bir tabak gözleme ve bir bardak soğuk ayran geliyor. Ben’de para olmadığını söylememe rağmen bana kızarak senden para isteyen kim bu bizim sana ikramımızdır diyor mekan sahibi. Büyük bir iştahla indiriyorum mideye ikram edilenleri ve mataramda ısınan suyu değişip yola devam ediyorum.

YOLDA KARPUZ PARTİSİ

15 km yol gittikten sonra otobanın kenarında karpuz partisi yapan bir aileyle karşılaşıyorum. Önce beni turist sanıp hello diye bağırıyorlar, ben de merhaba diyerek karşılık veriyorum. Gel bir dilim karpuz ye enerji verir diyorlar. Hiçte red edecek halde değilim ve hemen gidiyorum yanlarına. O sıcak havada yediğim bir dilim karpuz ilaç gibi geliyor ve tekrar asılıyorum pedallara...Şile’ye varmak üzereyim ki yol üzerinde bir kaza olduğunu görüyorum. Bir motosiklet ve bir otomobil kafa kafaya çarpışmış. Jandarma yeni gelmiş güvenliği sağlamaya çalışıyor ama yaralılar yoldan geçen araçlar tarafından hastaneye götürülmüş. Yolda karşılaştığım ilk üzücü görüntü bu oluyor…

İLK DURAĞIM ŞİLE'YE VARIYORUMN

ihayet 72.46 km yol yaptıktan sonra Şile’ye varıyorum. Çadır kurabileceğim bir yer bulmak için oradaki yerlilerden yardım istiyorum. Yaşlı bir amca geceyi rahat geçirebilmem için Kumbaba Plajına gitmemi tembihliyor. Ben de kırmıyorum amcayı ve Kumbaba Plajı’na doğru yaylana yaylana gidiyorum. Artık dinleneceğimi bilen ayaklarım ise, ‘’bırak bu yaylanmayı’’ diyerek son gücüyle pedallara asılarak beni Kumbaba Plajına götürüyor. Orada çadır kurmak için plaj işletmecilerinden izin almak gerekiyormuş. Ben de işletmecilerden Yurdakul abinin yanına gidip önce aç ve susuz olduğumu, cebimde hiç para olmadığını ve geceyi geçirmek için de çadır kurmam gerektiğini söylüyorum. Beni tepeden aşağı süzen Yurdakul abi hiçbirşey sormadan bisikletimi park edeceğim bir yer gösterdikten sonra karnımı doyurmak için cafesine davet ediyor. Cafe çalışanları için pişirdikleri kuru fasulye ve pilavdan birer tabak verip karnımı doyuran Yurdakul Abi, çadır kurmama gerek kalmadığını, geceyi onların yattığı barakada geçirebileceğimi söylüyor. Bu teklif bana çok cazip geliyor ve bisikletimi bağlayarak geceyi geçireceğim barakaya gidiyorum. İki katlı ranzalardan oluşan dört kişilk barakada geceyi geçiriyorum. Sabah erken kalkıp Yurdakul abi ve çalışanlarla birlikte kahvaltı yaptıktan sonra denize girip yüzüyorum ve ardından ikinci durağım olan Ağva’ya doğru yol alıyorum…

YAHU SEN PARASIZ GEZEN GAZETECİ DEĞİL MİSİN?

Şile’den çıkıp Ağva’ya gitmek için ağır ağır basıyorum pedallara. Ne zamanla yarışıyorum ne de kendimle. Gideceğim her kenti ve göreceğim her insanı tanımak, fotoğraflar ve videolar çekmek istiyorum o kadar… Şile’yi 5 km geçtikten sonra yolun sağ tarafında kalelerle çevrilmiş bir köy görüyorum. Merak edip bisikletimin yönünü oraya doğru kırıyorum. Kalenin kapısının önüne gelince oranın bir tatil köyü olduğunu anlıyorum. Kapının önünde bekleyen güvenlik görevlilerine kimliğimi verdikten sonra içeri giriyorum ve receptiona yöneliyorum. Beni güler yüzlü üç personel kapıda karşılıyor. Biraz sohbet ettikten sonra köyü tanıtmak istiyorlar ve akülü arabalarına bindirerek gezdiriyorlar beni. Etrafı kalelerle çevrili olan bu tatil köyü gerçekten yapay bir cennet gibi. Aklıma Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi geliyor. İmreniyorum ve keşke biraz daha burada kalsam diyorum ama yolcu yolunda gerek… Havuz başında soğuk kahvelerimizi içerken yiyecek ve içecek müdürü yanımıza gelerek ‘’yahu sen parasız gezen gazeteci değil misin?’’ diye sorunca hep beraber kahkahalarla gülüyoruz. Sonra fotoğraflar çekilip oradan ayrılıyorum.

TADINI BİLE ANLAYAMADIĞIM UÇAN BÖCEK JET HIZIYLA MİDEME OTURUYOR

Aslında takip ettiğim yolu kullanarak Ağva’ya gitmem gerekiyor ama ben o tatil köyünden dönüp Şile çıkışından Teke yoluna girerek köy köy gezip Ağva’ya varmak istiyorum. Nitekim düşündüklerimi yapmamı engelleyecek kimse olmadığı için gönül rahatlığıyla istediğim yere gidiyorum. Girdiğim yolda iş makinalarının çalıştığını görünce yollar bozuk şimdi ayvayı yedim diye bir an düşünüyorum ama neyseki iki km sonra çalışma bitiyormuş. Karşıma çıkan ilk köyde hiç durmuyorum ve var gücümle pedal çevirip bir an önce kurtulmak istiyorum. Çünkü arkamda beni kovalayan iki tane ayı gibi köpek var. Onlar havlıyor ben kaçıyorum, ben böğürüyorum onlar daha çok havlıyor. Hayvan oğlu hayvanlar! nefesim kesilene kadar kovalıyorlar beni. Dilim dışarda ağzım açık pedal çevirirken tadını bile anlayamadığım uçan bir böcek jet hızıyla mideme oturuyor. Keşke nasıl bir tadı olduğunu anlayabilseydim diye dövünüyorum azcık…


ZORLU RAMPALAR VE MEHMET AMCANIN BİR DEMLİK ÇAYI

Neyse köyün çıkışında köpekler peşimi bırakıyor ve ben gördüğüm ilk çeşmede kana kana su içip biraz kendime geliyorum. Önüme uzun bir rampa çıkıyor, bisiklet üzerinde o rampayı çıkamayacağım için bu defa ben bisikleti taşıyorum. Yaklaşık 5 km lik bir rampa ve ben yine kan ter içinde kalıyorum. Şile Ağva yolu üzeri Teke girişinde zirveye ulaştığımda Mehmet Amcayla karşılaşıyorum. Mehmet amca yol kenarına kurduğu tezgahında kuşburnu, böğürtlen, muşmula, uvaz, koca yemiş, dağ çileği, mantar, domates, salatalık vs. doğal ürünleri satıyor. Beni öyle yorgun bitkin görünce yeni demlediği ve yoldan geçenlere hiçbir ücret talep etmeden ikram ettiği çaydan bir bardak dolduruyor. Bir yandan çayımızı yudumluyor bir yandan da sohbet ediyoruz. O derdini anlatıyor ben dinliyorum, ben anlatıyorum o dinliyor. Bir de bakıyorum ki Mehmet Amca’nın demlediği bir demlik çayın hepsini ben içmişim. Allah’tan Mehmet amca iyi niyetli ve sabırlı bir insan Delta Bisiklet’ten Ulaş Baydar olsaydı beni jant teliyle kovalardı!Mehmet Amca’nın yanından ayrılıyorum ve artık aşağı doğru inişe geçiyorum. Bu rampaların en sevdiğim yanı inişidir kısa sürüyor ama bütün yorgunluğumu unutturuyor. Çok da fazla hız yapmadan aşağı inerken Yazımanayır köyünden geçiyorum. Gözüm aniden yolun sağ tarafında yeni yapılan bir inşaatın penceresine ilişiyor, hemen bisikleti durdurarak elime makinamı alıp o inşaata doğru yöneliyorum. İçerde üç tane çocuk ilk defa gördüğüm ilginç bir kum eleğiyle kum eliyorlar. Bir süre onları izledikten sonra fotoğraflarını çekip yoluma devam ediyorum.

KİMSE BENİ ÇALIŞTIRMIYOR

Ağva’ya vardığımda hava tamamen kararıyor. Önce merkeze gidip karnımı doyurmak için çarşıda bir tur atıyorum. Sahilde Mercan Kokoreç adlı büfenin önünden geçerken kedinin ciğere baktığı gibi közde pişen kokoreçe bakıyorum. Bisikletimi uygun bir yere park ettikten sonra ocakta duran ustanın yanına yaklaşarak bu gece sizinle birlikte çalışmak istiyorum diyorum. Hayırdır neden diye sorunca karnım aç, param yok ve canım kokoreç çekti diye yanıtlıyorum. ‘’Hele sen otur bakalım şöyle gardaşım. Manyak mısın nesin karnın açsa ve paran yoksa biz seni çalıştırarak mı vereceğiz yemeğini, kim olursan ol sonuçta yolcusun ve şimdi benim misafirimsin’’ diyerek yarımdan büyük bir kokoreç yapıp yanında da ayranla servis ediyor masama. Şunu anlıyorum ki yiyecek ve içecek ihtiyaçlarımın karşılanması için size çalışırım demem çok fazla dramatik oluyor. Bu yüzden vazgeçiyorum artık ve kimseye size çalışırım demiyorum. Çünkü ülkemin hiçbir insanı vereceği bir öğün yemek ve su için yoldan gelen birini çalıştırmaz…Kokoreç yedikten sonra çadır kuracağım bir kamp yeri arıyorum. Jandarmaya giderek nerede çadır kurabileceğimi soruyorum, onlarda bana Seferioğlu Camping’i tarif ediyor ve ben oraya doğru yol alıyorum. Kısa bir süre sonra Seferioğlu kamp merkezindeyim. Benim gelişimi gören kamp yetkilisi Eren Karataş el sallayarak ona doğru gitmemi işaret ediyor. Yanına gidip çadır kurmak istediğimi fakat param olmadığını söylüyorum. O da diğerleri gibi hiç sorun değil diyerek çadır kurabileceğim bir yer gösteriyor. Ben kafa lambamı takarak çadırımı kurmaya çalışırken çevrede kamp yapan ailelerden bazıları gelip yardım ediyor. İçlerinde bir tanesi var ki şeker gibi bir abi. Zübeyir abi, sanki kendi çadırını kuruyormuş gibi bana yardım ederken bir yandanda ailesine seslenerek sıcak çay getirmelerini istiyor. Çadırımı kuruyoruz ve kamp ateşi yaktıkları yere gidip bütün aileyle tanışıp orada çay içmeye devam ediyoruz…


TRT'DE CANLI YAYINDAYIM

Sabah uyanıp çadırımdan kafamı dışarı çıkardığımda gördüğüm manzara karşısında hem şok hem de çok mutlu oluyorum. Zübeyir abi ve ailesi sabah erkenden uyanmış, topladıkları çiçeklerin bir destesini benim çadırın kapısının önüne koymuşlar. Güne çiçek koklayarak başlıyorum. Sonra Zübeyiz abi ve ailesiyle birlikte kahvaltı yapıyoruz. Saat 10:30’u gösterdiğinde TRT’den arıyorlar ve beş dakika sonra canlı yayın konuğu olarak yayına bağlanıyorum. Projemle ilgili herşeyi anlattıktan sonra Kamp alanındaki bütün ailelerle birlikte ‘’Mutluluk paylaştıkça gerçektir’’ diye bir slogan atıp canlı yayını bitiriyoruz…


SABAH KAHVALTISINDA ÇEKİRDEK VE BİRA

Ağva’dan artık ayrılma zamanı geliyor. Yine arkamdan el sallayark yolcu edenlerim var olduğu için kendimi şanslı hissediyorum. Ağva’dan çıkarken Kandıra yolu üzerinde bir roman mahallesi görüyorum. Kimisi dışarda köpeğiyle oyun oynuyor, kimisi çocuğunu terlikle kovalıyor kimisi de topladığı hurdaları küfesinde taşıyor. Ama benim en çok dikkatimi çeken şey; tek katlı gecekondu bir evin önünde sabah kahvaltısında çekirdek çitleyip bira için aile oluyor. Hemen yanlarına gidip selam vererek afiyet olsun diyorum. Ama kafaları o kadar güzel ki beni duymuyorlar bile. Ben de ortamlarını bozmadan rahat rahat fotoğraflar çekmeye başlıyorum. Arada dönüp poz bile veriyorlar. Onlar biralarını yudumlamaya devam ederken ben de Kandıra’ya doğru yol almaya devam ediyorum…


CİVCİVCİ DAVUT AMCA

Yollar yine inişli çıkışlı olduğu için beni yoruyor. Suyum da bitmek üzere ve karşıma çıkan ilk eve uğrayıp ihtiyaçlarımı karşılamayı düşünüyorum. Çok geçmeden Ağva’ya bağlı Çelebi köyünde bahçeli güzel bir ev görüyorum. Balkonunda askılı beyaz atletiyle oturan Diyarbakırlı Davut amca ona doğru gittiğimi görünce yerinden kalkarak beni karşılıyor. Benim susadığımı gelişimden anlayan Davut amca, ben daha sesimi çıkarmadan oğluna su getirmesi için sesleniyor. Birlikte balkonda oturup oğlunun getirdiği suyu içip meyveleri yiyoruz. Davut amca İstanbul’da berberlik yapıyormuş. Kafayı dinlemek için herşeyini satıp bu köye yerleşerek çiftçilik yapmaya başlamış. Önce bir kuluçka makinası almış ve civciv üretmeye başlamış. Bu makinada ısınan yumurtalar 21 günde kırılıp civciv oluyormuş. Davut amca bunları anlatırken civcivleri ve kuluçka makinasını da bana göstermeyi ihmal etmiyor. Tabii kümesin kapısını açınca içerde sıkılan civcivler dışarı kaçıyor Davut amca ise kovalıyor. En iyisi Davut amcanın başını fazla derde sokmadan gideyim deyip vedalaşarak oradan da ayrılıyorum.

AKÇAOVALILAR MUŞ'TAN 150'YE YAKIN GELİN GETİRMİŞLER

Kavurucu güneşin altında pedal çevirip Akçaova beldesine varıyorum. Beldenin merkezindeki kahvehanelerde oturan herkes bisikletle gelen yabancıya odaklanmış meraklı gözlerle bakıyorlar. Meraklarını gidermek için ‘’gel gel otur bir çay iç’’ diyorlar. Red edermiyim hiç, ‘’yeterki çay ısmarlasınlar’’ diyerek oturuyorum masalarına. Yine Kimsin, necisin, nereden geliyor, nereye gidiyorsun gibi sorulara cevap veriyorum. İçlerinden biri nereli olduğumu soruyor ben de Muş’luyum diyorum. İşte o anda anlattıklarıyla şaşkına dönüyorum. Akçaova’da 150’ye yakın Muş’lu gelin varmış. Akçaova’lılar kaşar ve peynircilik yaptıkları için özellikle doğu illerine gidip mandıralarda çalışıyorlarmış. Bunların çoğu hayvancılığın yoğun olarak yapıldığı Muş’u tercih ediyormuş. Muş’a giden genç ve bekar Akçaova’lılar gönül koydukları kızlarla evlenip memleketlerine dönüyorlarmış… Benim de Muş’lu olduğumu öğrenince çayları tazeleyip anılarını anlatmaya başlıyorlar. Sohbet çok güzel ama hava kararmadan Kandıra’ya varmam gerektiği için çayımdan son bir yudum alıp yoluma devam ediyorum.

YOLDA İKİ ALMAN BİSİKLETLİYLE KARŞILAŞIYORUM

Akçaova’dan Kandıraya geçeceğim son rampayı da nefes nefese çıktıktan sonra bir ağaç gölgesinde biraz dinlenip inişe geçiyorum. Zaten pedal çevirmeye gerek kalmadığı için tadını çıkara çıkara, ellerim frenlerde yavaşça iniyorum o dik yokuşları. Kandıra’ya 10 km kala yolun solunda bir mermer kesme atölyesinden gelen makine gürültülerini duyunca oraya da uğruyıp fotoğraflar çekiyorum. İnişi henüz yeni bitiriyorum ki karşıdan gelen iki bisikletliyle karşılaşıyorum. Yolculuğum boyunca karşılaştığım ilk bisikletliler bunlar oluyor. İkisi de Almanya’dan uçakla Suriye’ye gidip bisikletlerine binerek ülkelerine dönüyorlar. Ayaküstü biraz muhabbet ediyoruz. Ben onlara kuru üzüm ve çerez ikram ediyorum onlar da bana bisküvi ikram ediyorlar. Karanlığa kalmayalım diye el sıkışıp ayrılıyoruz…

'HELLO' DİYENLERE 'SELAMÜN ALEYKÜM' DİYORUM!

Kandıraya vardığımda akşam ezanı yeni okunuyor. İlçe merkezinde çadır kuracağım yer ararken bir parka uğruyorum. Acaba burada çadır kurmama izin verirler mi diye düşünürken hello hello diye el sallayan bir grup gencin yanına giderek Selamün Aleyküm diyorum. Önce birbirlerine bakıp basıyorlar kahkayı, sonra ‘’ya abi biz seni turist sandık’’ diyorlar. Ne yazık ki ben onlar kadar şaşırmıyorum çünkü bana merhaba diyerek selam veren kimse olmadı. Bu parkta çadır kursam kimse bir şey der mi diye soruyorum onlarda; ‘’bak ilerde belediye başkanı oturuyor git ona sor’’ diyorlar. Gençlerin yanından ayrılıp belediye başkanının yanına gidiyorum. Selam verip kendimi tanıttıktan sonra parkta çadır kurmak için izin istiyorum. O da çay bahçesinin sahibini çağırarak bana yardımcı olmasını istiyor ve orada çadırımı kuruyorum.Ertesi sabah Kandıra’da haftada bir kurulan, genellikle köy kadınlarının geldiği köy pazarına gidip fotoğraflar çekiyorum. Ardından belediyeye uğrayarak Belediye Başkanı Cengiz Kan’a teşekkür edip Kerpe’ye doğru yol alıyorum.

KORUMALAR EŞLİĞİNDE ROMAN DÜĞÜNÜNDEYİM

Kandıra çıkışında, yolun sol tarafınaki küçük bir roman mahallesinden gelen müzik sesi dikkatimi çekiyor. Biraz daha yaklaşınca toplanan kalabalığı görüp roman düğünü olduğunu anlıyorum. Gitsem mi gitmesem mi diye düşünmeden oraya doğru yöneliyorum. Beni gören bir çocuk ordusu hemen bisikletimin arkasından koşmaya başlıyor. Bir taraftan onları bisikletten uzaklaştırmaya çalışırken bir taraftan da düğün sahibi kim diye etrafa göz gezdiriyorum. 40 yaş üzeri bir adamın yanına gidip düğünlerinde fotoğraf çekmek için izin istiyorum. Sağolsun yanıma üç tane koruma verip fotoğraf çekmeme izin veriyor. Ben de korumalarıma bisikletimi teslim edip düğün alayına girerek üst üste fotoğraf makinamın denklanşörüne basıyorum. Genci yaşlısı herkes müthiş bir enerjiyle oyunlar oynayıp düğünün tadını çıkarırken bir köşede ağlayan bir kadın görüyorum. Bu mutlu günde ağlayacak bir kişi varsa o da gelinin annesidir diye düşünüyorum ve yanına giderek düşündüklerimde haklı olduğumu anlıyorum… Geline yaşını sormuyorum ama en fazla 19 gösteriyor, damat ise ortalıkta görünmüyor. Damatsız düğün olur mu gelsin o da oynasın diyorum bana bir çocuk göstererek işte damat bu diyorlar. Başta şaka yaptıklarını sanıyorum ama yüzlerindeki ciddiyeti görünce gerçekten damat olduğuna inanıyorum. Herkes şen şakrak kendini roman müziklerinin ritmine bırakmış düğünün tadını çıkarıyor. Ayrıca hayatımda hiç bu kadar güzel gözlü çocuğu bir arada görmemiştim. Bilmiyorum hiç dikkat ettiniz mi roman çocuklarının göz rengi gerçekten çok güzel ve etkileyici… Neyse fotoğraf makinamın pilleri bitince oradan da ayrılmak zorunda kalıp Kerpe’ye doğru yola devam ediyorum.

GÖZLEMECİ PEMBE ABLA VE TAVUKÇU SELİM ABLA

Kerpe yolu üzerindeki Babaköy Pazar Yeri’nden geçerken bir gözlemeci tezgahının önünde çay içen iki kadın el sallayarak beni davet ediyorlar. Önümdeki rampayı çıkmak için biraz dinlenmem gerektiği için davet edildiğim tezgahın önünde duruyorum. Gözlemeci Pembe abla ve Tavukçu sevim abla önce bana çay ikram ediyorlar ardından yolda yemem için gözleme ve tavuk pişirip çantama koyuyorlar. Onların bu davranışları beni o kadar mutlu ediyor ki önümdeki rampayı nasıl çıktığımı hatırlamıyorum bile…


BENİ TANIYANLARLA FOTOĞRAF ÇEKTİRİYORUZ

Kerpe Kefken yol ayrımına geldiğimde üzücü bir kazayla daha karşılaşıyorum. Allah’tan ciddi bir yaralanma yok sadece çekicinin gelmesi bekleniyor. Kaza yapanlara geçmiş olsun deyip Kerpe’ye giriyorum. Hava sıcak olduğu için merkezde çok az insan var herkes plaja akın etmiş. Ben de plaja gidip o kalabalığa karışıyorum. O kalabalıkta beni tanıyanlar çıkınca da beraber fotoğraflar çekiliyoruz. Sonra yüksek kayalıklardan denize atlayan gençleri fotoğraflayıp Kerpe’den çıkıyorum.Kefken girişinde çadır kurmak için Doğa Camping’e uğruyorum. İşletme sahibi Erkan abiye meramımı anlatıyorum. O da önce karnımı doyuruyor ardından kendi çadırlarından birinde yatırıyor. Sabah kahvaltısını da Erkan abi ve ailesiyle birlikte yapıp Karasu’ya geçiyorum.


VÜCUDUMUN KİRDEN KAPANAN GÖZENEKLERİ HAVA ALIYOR

İki yıl önce televizyon programı için Karasu Fındık Festivaline gidip röportajlar ve çekimler yapmıştım. Karasu Belediyesi’nden Nurol Bey’i arayarak Karasu’ya gelmek üzere olduğumu ve bir gece konaklayacağımı söylüyorum. O da Öz Su Tatil Köyü’nden bir oda ayarlayarak beni bekleyeceğini söylüyor. Rahat bir duş alıp rahat yataklarda yatacağımı hayal edince hınzırca gülümseyerek daha hızlı asılıyorum pedallara. Karasu’ya vardığımda Norol Bey beni karşılayıp konaklayacağım yere götürüyor. Önce akşam yemeği yiyoruz ardından Nurol bey duş alıp dinlenmem için beni yalnız bırakıyor. O gece bir saat boyunca duştan çıkmıyorum. Vücudumun kirden kapanan gözenekleri hava alıyor ve yumuşak yatakta derin bir uykuya dalıyorum…

BOZULAN TELEFONUM VE TAMİRCİ OSMAN ABİ

Sabah uyandığımda tatil köyünün müdürü Ertürk Bey’le kahvaltı yapıyoruz. Ertürk Bey bugüne kadar rastladığım en komik adamlardan biri. O kadar komik şeyler anlatıyor ki gülmekten karnıma ağrılar giriyor. Kirli kıyafetlerimi çamaşırhaneye gönderip yıkattırıyor bu arada ben de havuza girerek serinliyorum. Eşyalarımı toplayıp gitmek için hazırlandığımda telefonumun bozulduğunu farkediyorum. Ertürk Bey beni çarşıda bir telefoncuya yönlendiriyor ama gittiğim telefoncu beni üç saat bekletmesine rağmen telefonumu tamir edemiyor. Sağdan soldan nerede tamir edebileceğimi sorduğumda herkes bu telefonu ancak Osman abi tamir eder diyor. Ben de Osman abinin yerini öğrenip dükkanına gidiyorum. Telefonumun sorununu kısaca anlattıktan sonra Osman Abi 15 dakikada tamir edip eskisinden de daha iyi çalışır bir vaziyette telefonumu geri veriyor. Her türlü telefonu sorunu ne olursa olsun tamir edebileceğini söyleyen Osman abi, kullanıcılara önemli bir uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyor. Diyor ki; ‘’Telefonunuz suya düştüğünde bataryasını çıkarıp hiçbirşeyine dokunmadan hemen tamirciye götürün’’ Bence Osman abinin bu uyarısına kulak asmalı, ıslanan telefonumuzu kurcalamadan en yakın tamirciye götürmeliyiz.

BENİ YOLUMDAN EDEN EFSANET

elefonumu aldıktan sonra Akçakoca’ya geçmek için bisikletime biniyorum. O anda yanıma iki kişi gelerek nereye gittiğimi soruyor ben de Akçakoca’ya gideceğimi söylüyorum. İçlerinden biri Karasu’dan çıkarken yolun sağ tarafında bulunan Küçükboğaz köyüne gitmememi tembihliyor. Neden diye sorduğumda verdiği cevapla daha çok şaşırıyorum. Eğer o köye gidersen ne bir lokma ekmek ne de bir bardak su verirler, sana çok kötü davranacakları gibi seni köyden kovarlar diyerek anlatmaya devam ediyor: ‘’Maden Deresi ve Küçükboğaz gölü arasında kurulu olan bu köyü geçmek için eskiden köprü yokmuş. İnsanlar karşıdan karşıya geçmek için sandal kullanıyorlarmış ama bu sandallara binmek için de para ödemek gerekiyormuş. Para ödemeyen kimseyi karşıya geçirmeyen köylüler oradan geçen yolculara büyük sıkıntılar yaşatıyorlarmış. Bir gün Hazreti Hızır’ın yolu o köye düşmüş ve benim param yok beni karşıya geçirir misiniz demiş. Köylüler bunu kabul etmeyince Hazreti Hızır da bu duruma çok kızarak ceketini suya atıp üzerine binerek karşıya geçmiş ve lanet olsun bu köye demiş. Aradan biraz zaman geçtikten sonra köye bir hastalık çökmüş ve o köyde yaşayan herkes ölmüş. ‘’ Adamın anlattığı bu efsane beni yolumdan ediyor. Çünkü tam benlik bir durum ve ben de Akçakoca’ya gitmekten vazgeçerek Küçük Boğaz köyüne gitmeye karar veriyorum.Küçük Boğaz köyüne girdiğimde köy kahvehanesinde oturan genci yaşlısı herkes beni ilgiyle karşılıyor. Yolcu olduğumu, cebimde hiç paramın olmadığını, hem acıktığımı hem de bir gece kalabileceğim bir yer aradığımı söylüyorum. Bana yolda anlatıldığının aksine herkes gel bu gece benim misafirim ol diyerek karşılık veriyor. Öyle sıcak ve samimi bir ortam var ki, değil bir gece on gece bile onlarla kalabilirim. Oturduğumuz masa gittikçe kalabalıklaşıyor. Hepsi de zeki insanlar ve çok kaliteli espriler yaparak etrafa neşe saçıyorlar. Ben de gazeteci olduğumu, yolda karşılaştığım kişileri ve bana anlattıkları efsaneyi onlara anlatarak işin aslını öğrenmek istiyorum. Gerçek hikayeyi köylüler anlatınca yolda karşılaştığım o iki kişiye daha çok kızıyorum. Küçükboğaz Küçük Karasu köyüne bağlı bir mahalleymiş ve Karasu’nun ilk yerleşim yeri burasıymış ama köy Maden Deresi ve Küçükboğaz gölü arasında kurulduğu için eskiden her tarafı bataklıkmış. Bataklığın olduğu yerde de sıtma ve kolara hastalıkları yaygın olur. Bu hastalıklardan dolayı binlerce kişi hayatını kaybetmiş, hayatta kalanlar ise köyü boşaltarak şu an ki Karasu’ya yerleşmişler. Karasu’nun en büyük mezarlığı yine bu köydedir. Köylüler bunları bana anlatınca duygulanıyorum.

İLK DEFA BİR KÖYDEN KOVULUYORUM

Köy muhtarı nı da çağırın hem fotoğraf çekiliriz hem de muhtarın da anlatacakları vardır diyorum. Köy azası telefonla arayıp muhtarı çağırıyor. Muhtar geliyor ama ayrı bir masaya geçip oturuyor. Neden öyle davrandığına kimse bir anlam veremiyor. Hemen yanına gidip kendimi tanıtıyorum. Yüzüme bile bakmayan muhtar; ‘’derhal köyümü terk et, bu köyde gazeteci istemiyorum’’ diyor. Muhtarın bu tepkisiyle neye uğradığımı şaşırıyorum. Hayırdır ne oldu, bilmeden bir hata mı yaptım diye soruyorum o da bu köyle ilgili kötü şeyler yazarsın diyor. Neden kötü şeyler yazayım ki, hem herkes bana çok iyi davrandı diyorum ama muhtar beni dinlemek bile istemiyor ve ardına bile bakmadan defol git köyümden diyor. Çaresiz bir şekilde başımı önüme eğerek köylülerin yanına gidip muhtarın beni kovduğunu söylüyorum. O an ortam buz kesiliyor ve ben ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Bisikletime binip köyden çıkınca arkamdan üç tane arabanın geldiğini farkediyorum. Yanıma yanaşan ilk araçta Mustafa abiyi görüyorum. Bana; ‘’Hasan beni takip et’’ diyerek önüme geçiyor. Onlar önde ben arkada Küçükboğaz köprüsünün kenarında duruyoruz. Herkes arabalardan inip yanıma gelerek benden özür diliyor ve onların da en az benim kadar üzgün olduklarını gözlerinden okuyabiliyorum. Mustafa abi; ‘’Sen bizim misafirimizsin kesinlikle seni bırakmayız’’ diyor, diğerleri de onu destekliyor. Muhtarın beni kovması hepimizde soğuk duş etkisi yaratmıştı. Muhtar beni on defa kovsa bile o köyle ilgili orada tanıdığım insanlarla ilgili kafamdaki güzel şeyleri asla silemez ve sırf muhtar beni kovdu diye o köyü asla kötüleyemem. Çünkü kötüleyecek bir şey bulamıyorum…Biraz sonra başka bir araç daha yanaşıyor, gelen köylüler şehir merkezinden benim için pizza getirmişler. İştahsız olmama rağmen ısrarla pizzayı yediriyorlar ve ardından geceyi geçirmem için Mustafa abi beni evine götürüyor. Sabah erkenden uyanıp Mustafa abiyle kahvaltı yaptıktan sonra Akçakoca’ya doğru yola çıkıyorum.

POMPA KAYIP, TEKER PATLAK

Öğleden sonra Akçakoca’ya varınca denize sıfır muhteşem bir manzarası olan Tezel Camping’de çadır kuruyorum. Orada haftasonunu geçirmek için Ankaradan gelen Barbaros ve Sedat’la tanışıyorum. Ben haftalık yol hikayelerimi yazarken onlar da mangalda sucuk pişirip soğuk kolayla bana ikramda bulunuyorlar. Ertesi sabah çadırımı topladığımda bisikletin ön tekerinin patladığını görüyorum. Malzeme çantamdan yama çıkarıp patlayan tekeri onarıyorum ama yolda gelirken pompayı kaybettiğim için tekere hava basamıyorum. İmdadıma Sedat yetişiyor ve tekeri alarak kendi arabasıla çarşıya gidip hava basıyor. Ben de Delta Bisiklet’ten Ulaş Baydar’ı arayıp yeni bir pompa, ayna, pedal, pil ve çorap istiyorum. Siparişlerimi aynı gün bir sonraki durağım olan Ereğli’ye gönderiyor. O gün bisikletime hiç binmiyorum. Benim Akçakoca’da olduğumu öğrenen Düzce İl Kültür ve Turizm müdürü Özcan Budak ve Belediyenin basın ve halkla ilişkiler müdürü Mine hanım beni ziyarete geliyorlar. Akşam yemeğini onlarla birlikte bir balık restaurantta yiyoruz. Yemek esnasında gözüme güzel bir gün batımı kompozisyonu ilişiyor ve hemen makinamı alıp birkaç fotoğraf çekiyorum. Özcan bey Akçakoca’nın Türkiye turizmi için büyük bir potansiyele sahip olduğundan bahsediyor ve İşadamlarını yatırım yapmaya davet ediyor…Tezel Camping’de bir gece daha kalıyorum ve yolculuğumun ilk haftasını tamamlıyorum. İlk haftamda toplamda 421 km yol yapmışım. İstanbul’da 80 kilo iken Akçakoca da tartılınca 76 kilo olduğumu görüyorum.


YOL HİKAYELERİ - 2. HAFTA


AMELE YANIKLARI İÇİN MÜTHİŞ ÇÖZÜM

Kavurucu güneşin altında pedal çevirmekten sakallarım ve ten rengim değişiyor. Başımdaki Kaskın ve gözümdeki gözlüğün kapattığı yerler haricinde yüzümde meydana gelen renk değişimi çok komik bir görüntü oluşturuyor. Bazen gözlüğü çıkarıp gidondaki dikiz aynasından kendime bakarak gülüyorum. Vücudumda ise amele yanıkları var. Kollarım, boynumun açıkta kalan kısımları, bacaklarımın diz kapakları ve ayak bilekleri arasındaki bölgeler çikolata rengindeyken vücudumun diğer kısımları bembeyaz. Akçakoca'dan Ereğliye giderken bir değişiklik yapmak istiyorum ve amele yanıklarından kurtulurum düşüncesiyle üstümdeki t-shirt'ü çıkartarak yarı çıplak bir vaziyette yola devam etmeye karar veriyorum. Ağva'da tanıştığım Zübeyir abi bana bir güneş kremi! vermişti. Ter kokumu bastıracak kadar da güzel koktuğu için sürekli onu kullanıyordum. İşte o kremle sırtımı, kollarımı, bacaklarımı, yüzümü, gözümü her yerimi sıvayıp asılıyorum pedallara.

40 KM.'LİK YOL BANA 40 KM. GİBİ GELİYOR

Yollar çok dar ve her tarafta yol yapım çalışmaları var. Ayrıca trafikte normal taşıtlardan çok iş makinaları ve kamyonlara rastlıyorum. Acil şeridi diye bir şey zaten yok, dikiz aynam kırık, arkamdan gelen araçları göremiyorum, kamyonlar vızır vızır geçerek beni yoldan çıkarıyorlar vs. Bu yolu sağ salim bitirip Ereğli'ye varırsam kendimi çok şanslı hissederim. 40 km'lik yol bana 400 km gibi geliyor. Ha gayret başaracaksın, bitiyor işte diyerek kendi kendimi teselli etmeye çalışıyorum ve Nihayet Ereğli'ye varmak üzereyken bisikleti yol kenarında alem yapan üniversiteli gençlerin yanına çekip biraz dinleniyorum.

ISTAKOZ GİBİ KIZARIYORUM

Yarı çıplak vücudum güneş kremi! Sürmeme rağmen ıstakoz gibi kızarıyor ve sırtıma dokunduğumda çok kötü yandığının farkına varıyorum. Hemen üzerime bir t-shirt giyinip kalan yolu tamamladıktan sonra Ereğli'ye giriyorum.


BİSİKLETİMİN İLK GENEL BAKIMI

Ereğli'de ilk olarak kargoya uğrayıp Ulaş'ın İstanbul'dan gönderdiği malzemelerimi alıyorum. Ardından bisikletime bakım yapabileceğim bir bisikletçi ararken bana Bike Service'yi tarif ediyorlar. Bike Service'ye gidip Nazım abiyle tanışıyorum. Açlığımı ve susuzluğumu gideren Nazım abi, bisikletimin genel bakımını da yapıp beni yolcu ediyor...


EREĞLİ BELEDİYE BAŞKANI VE EREĞLİLİ BİSİKLETLİLER

Ereğli Zonguldak'ın küçük ve şirin bir ilçesidir. Orada yaşayanlar Ereğli için küçük İstanbul diyorlar ama nedense ben İstanbul'a hiç benzetemedim. Ancak şunu söyleyebilirim ki; Ereğli bağlı olduğu Zonguldak'tan daha gelişmiş ve daha modern bir ilçe. Belki bundan dolayı kendilerine küçük İstanbul diyorlar... Burası benim için çok önemli. Çünkü dünyanın en büyük demir çelik fabrikalarından birine sahip ve ben bu fabrikada çekim yapmak istiyorum. Böyle büyük bir fabrikada çekim yapmak için kolay kolay izin alınamayacağını tahmin ettiğimden dolayı belediye başkanı Halil Posbıyık'ın yanına gidip bana yardımcı olmasını istiyorum. Beni çok iyi karşılayan Posbıyık, yardımcılarına fabrikaya girmemi kolaylaştırmaları için yetkililerle görüşmeleri talimatını veriyor. Başkanla çay içip sohbet ederken çadırda kalacağımı öğrenince de; Sen burada benim misafirimsin, seni çadırda yatırmam diyerek tekrar telefonla birilerini arayıp otelde yer ayırttırıyor. Başkanın bu misafirperverliği beni gayet memnun ediyor ve belediyeden ayrılıp kalacağım otele giderek sıcak suyla güzel bir duş alıyorum. Ardından dün telefonla beni arayan Ereğli Bisikletliler Derneği Başkanı Fatih Bey otele gelip beni alıyor ve bir çay bahçesine gidip diğer bisikletlilerle buluşuyoruz. Hepsi de bisiklete gönül veren çok güzel insanlar. Gönüller bir olunca da sanki yıllardır bir birimizi tanıyormuşuz gibi bir ortam oluşuyor ve saatlerce oturup uzun uzun bisiklet konuşuyoruz...


ERDEMİR ÇELİK FABRİKASI'NDAN ÇEKİM İZNİ ALAMIYORUM

Ertesi gün belediyeye gittiğimde demir çelik fabrikasında yapacağım çekim için izin alınamadığını öğrenince hayal kırıklığına uğruyorum. Fabrikaya girebilmek için bir sürü yasal prosedür varmış ve bu prosedürleri yerine getirebilmek için en az bir hafta beklemek gerekiyormuş. En son Ankara'yla görüşülüp onay alındıktan sonra ancak fabrikaya girmeye izin veriliyormuş. Bu mış muşlar canımı sıkıyor. Bir kez daha şansımı deneyip fabrikanın kurumsal iletişimiyle ben görüşüyorum ama sonuç değişmiyor. Eğer istersem onların fotoğrafçısı benim için fotoğraf çekebilir ve hatta o fotoğrafları kendim çekmişim gibi kullanabilirmişim diyorlar. Başkasının çektiği fotoğrafı insanlara ''ben çektim'' demek kadar büyük bir dolandırıcılık olmadığı için kabul etmiyorum. Karadeniz'in en önemli karakteristik özelliklerinden biri olan Erdemir Çelik Fabrikası'ndan maalesef fotoğraf çekemeden Ereğli'den ayrılıyorum...

MUSTAFA ABİNİN KARPUZ DERGAHI

Ereğli-Zonguldak arasında aşmam gereken çok uzun bir rampanın olduğunu günler öncesinden öğrenmiştim. Her ne kadar gözümü korkutmuyor desem de yine de aşacağım rampayı düşündükçe dizlerimin bağının çözüldüğünü söyleyebilirim. Ereğli'den çıkar çıkmaz Kepez mevkiinde tezgahı boş bir manavcı el sallayarak; ''önünde uzun bir rampa var. Gel önce bir soluklan sonra çıkarsın'' diyor. Çaresiz yanaşıyorum tezgahı boş manava ve bana ekmek arası tavuk ısmarlayan Mustafa abiyle tanışıyorum. Turist gibi birinin Mustafa abiyle oturduğunu gören çevredekiler de toplanmaya başlıyor ve yeni gelen karpuzlardan bir tane kesilerek koyu bir muhabbet başlıyor. Benden iki hafta önce de bir fransızın geldiğini anlatan Mustafa abi onun işinin benimkinden daha zor olduğunu söylüyor. Çünkü o fransadan başlayarak Moğolistan'a kadar yürüyerek gidiyormuş. Onu da yoldan çevirmişler ve karpuz kesip karnını doyurarak göndermişler... Mustafa abi ve arkadaşlarının sıcak ilgisi hoşuma gidiyor ama yol zorlu, rampalar uzun ve benim artık gitmem gerekiyor...


VÜZUT ISIM O KADAR YÜKSEK Kİ...

Önüme çıkan son yokuşu da pedal çevirmeden indikten sonra ufukta esentepe rampasını görüyorum. Hafif eğimlerle başlayan bu rampa gittikçe daha dik ve sarp bir hale geliyor. Kendimi fazla yorup enerjimi tüketmemek için onar dakika arayla dinlenerek tırmanmaya çalışıyorum. Her ne kadar onar dakika dinlenerek yola devam etsem bile inanılmaz derecede yoruluyor ve kan ter içinde kalıyorum. Vücut ısım o kadar yüksek ki, su içtiğim zaman sanki yüzümden buharlar çıkıyor, alnımdan akan terler gözüme kaçıyor, gözlüğüm buğulanıyor, nefes almakta güçlük çekiyorum. Artık pedal çevirerek yol arkadaşımı o rampadan çıkaramayacağımı anlayınca bu defa ben onu taşıyorum. Yaklaşık altı buçuk kilometrelik rampayı nihayet ite kaka bitirip zirveye ulaşıyorum. Yollar genelde virajlı ve etraf ormanlık alan olduğu için arkamı dönüp beni zorlayan o rampanın fotoğrafını çekemiyorum. Ancak Esentepe zirvesini ve aşağıda kalan köyleri gösteren fotoğrafa baktığınızda neler yaşadığımı az çok tahmin edeceksiniz...

ZİRVEYE ÇIKIŞIMI BÖĞÜRTLENLERLE KUTLUYORUM

Her yokuşun bir inişi vardır. Beni maymuna çeviren bu yokuşu çıktıktan sonra bunu kutlamam gerekiyordu ve bisikletim Kurtik'i (Kurtik bisikletimin adı. Muş'un en yüksek dağı) yol kenarında gördüğüm böğürtlenlerin yanına çekiyorum. Etrafta o kadar fazla böğürtlen var ki hepsi de; beni ye beni ye diye sessizce bağırarak kutlamama ortak olmak istiyorlar. Parmaklarıma batan dikenlere rağmen topladığım böğürtlenlerin bir kısmını mideye indiriyorum bir kısmını da nevale olarak çantama koyuyorum. Elimi yüzümü kıpkırmızı yapan zirvedeki bu böğürtlen partisi bana hem enerji hem de neşe veriyor. Sanki o zorlu rampayı ben çıkmamışım gibi bütün her şeyi unutarak artık mutlu bir şekilde inişe geçiyorum. Rüzgar o kadar tatlı esiyor ki kendimi uçuyormuşum gibi hissediyorum. Sırf bu kısa süren inişleri yaşamak için bile kilometrelerce rampayı defalarca çıkmaya değer...


ÖLMENİN YAŞAMAKTAN KOLAY OLDUĞU KENT

İki tane dar ve kısa tüneli geçtikten sonra Zonguldak'a girmek üzere olduğumu genzime vuran kömür kokusundan anlıyorum. Emeğin başkenti, karaelmas diyarı, ölmenin yaşamaktan daha kolay olduğu, Türkiye tarihinin şahit olduğu en büyük işçi direnişinin sembolü, maden ocaklarındaki göçükler ve grizu ptlamalarıyla adını sık sık duyduğumuz, acının ve gözyaşının kömür karasıyla yüreklere kazıldığı, yöneticilerinin bile sahip çıkmakta aciz kaldığı, Karadenizin yetim çocuğudur Zonguldak. Burada diğer yerlerde olduğu gibi kısa bir süre kalıp yola devam etmeyi düşünmüyorum. Zonguldak'ı insanlarını ve maden ocaklarını yakından tanıyıp belgelemek için en az bir hafta kalmam gerekiyor. Şehre girip çadır kurabileceğim bir yer arıyorum ama şehri baştan sona gezmeme rağmen çadır kurabileceğim güvenli bir yer bulamıyorum. Tekerim de patlayınca sahildeki çay bahçelerinden birinin önünde çaresiz bekliyorum. Etrafa göz gezdirirken Zonguldak Gazeteciler Cemiyeti tabelasına gözüm ilişiyor. Hemen bisikletimi bir mısırcıya emanet edip gazeteciler cemiyetine giderek meslektaşlarımdan yardım istiyorum. Şansıma cemiyette karşılaştığım ilk kişi cemiyet başkanı Derya Akbıyık oluyor. Derya bey'in yardımıyla önce bisikletimi cemiyet binasına alıyorum ardından akşam yemeğimi yiyip geceyi geçirmem için Derya bey'in ayarladığı otele geçiyorum.


MADEN OCAKLARINA GİRİŞ İZNİ YOK AMA PES ETMİYORUM

Ertesi gün ilk işim TTK'ya giderek maden ocaklarında çekim yapabilmek için izin talebinde bulunuyorum. Karadon'daki grizu faciasından sonra çekim izni almak çok zor. Bu nedenle başvuruma anında olumsuz cevap alıyorum. Bisikletle o kadar yol gelmişim, Zonguldak'ta bir hafta kalacam ve maden ocaklarında çekim yapamadan ayrılacam. Bunu düşünmek bile canımı sıkıyor ama pes etmiyorum. Sonucu ne olursa olsun maden ocaklarına girmeliyim diyerek bu defa başka birilerini devreye sokuyorum. Sonunda istediğim izni koparıyorum ancak dijital makinayla maden ocağına giremeyeceğimi öğrendiğimde bir kez daha hayal kırıklığına uğruyorum. Ben daha İstanbul'dayken Öznur Kılıç'la madencilerle ilgili belgesel çekimi yapmayı planlamıştık. Zonguldak'a geçtiğimde gerekli izinleri aldıktan sonra Öznur'a haber verecektim o da otobüse atlayıp yanıma gelecekti. Dijital makinayla ocağa inemeyeceğimizi öğrenince hemen Öznur'u arayarak gelirken yanında bir tane de analog makine getirmesini söylüyorum. Artık gerekli hazırlıklarımı yaparak heyecanla yarın sabahı bekliyorum.


MADENCİ BELGESELİ İÇİN ENVANTER TOPLUYORUM

Bu arada Zonguldak ve madencilerle ilgili resmi bilgiler ve istatistikleri öğrenmek için valiliğe gidiyorum. Valilik Özel Kalemle defalarca görüşmeme rağmen Vali'den randevu alamıyorum. Randevu alamadığım gibi olumlu olumsuz hiçbir şekilde kimse geri de dönmüyor. Onların bu vurdumduymazlığından sonra Zonguldak Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Derya Akbıyık, Türkiye Maden İşçileri sendikası ve TTK'dan aldığım bilgilerle Zonguldak ve madencilerle ilgili çekeceğim belgesel için envanterlerimi topluyorum...

MADEN OCAKLARININ PERDE ARKASINI ÇEKİYORUZ

Sabah saat altı buçukta otogara giderek Öznur'u alıyorum ve çekim yapmak için kahvaltı bile yapmadan maden ocağına gidiyoruz. Oradaki yetkililer resmi iznimiz olmadığından dolayı yer altına girmemize müsaade etmiyorlar ancak diğer yerlerde rahatça çekim yapabileceğimizi söyleyerek yanımıza bir de refakatçi veriyorlar. O gün akşama kadar madencilerin yer altı çalışmaları dışında bütün perde arkasını çekiyoruz. Sonra gazeteciler günü nedeniyle cemiyette düzenlenen kokteyle katılarak yerel gazetecilerle tanışıyoruz...


ISTAKOZ GİBİ KIZARMAMIN NEDENİNİ ANLIYORUM

Zonguldak'ta yaşadıklarım ve yaptığım çekimleri ileriki zamanlarda hazırlayacağım belgeselde detaylarıyla anlatacağım. Ha unutmadan söyleyeyim Zübeyir abinin verdiği güneş kremi! güneş kremi değilmiş. Güneşe çıkmadan vücudu bronzlaştıran bir maddeymiş. Demek ıstakoz gibi kızarmamın sebebi de bu maddeyi sürmemden kaynaklanıyormuş. Eğer güneşe çıkmadan bile bronzlaştırıyorsa güneşe çıkıldığında nasıl mercek etkisi yaptığını sırtımın soyulmasından anlıyorum. Allah'tan Öznur gelirken yanında gerçek güneş kremi getirmişti de artık onu kullanıyorum...

BUGÜN YİNE AÇ KALIYORUM

Öznur'u otogardan İstanbul'a yolcu ettikten sonra ben de Bartın'a geçmek için yola çıkıyorum. Bartın Zonguldak arası 90 km. öğleden sonra saat 16.00'da yola çıktığım için akşam karanlığına kalmadan Bartın'a ulaşmam imkânsız. Nerde akşam orda sabah düsturuyla yükleniyorum pedala ve karanlık çökmeye yakın kendimi Çaycuma'ya atıyorum. Çaycuma girişinde dikkatimi evlerinin önünde arpa eleyen sevimli bir teyze ve yanında oturan sevimli bir amca çekiyor. Yanlarına doğru gittiğimi gören amca ayağa kalkarak beni karşılıyor. Bisikletimden inip ben de onlarla oturuyorum. Bana soğuk ayran ve gözleme ikram ediyorlar. Hatta gazeteye sardıkları iki gözlemeyi de yolda acıktığımda yemem için çantama koyuyorlar. Mehmet amca 79 yaşında madenden emekli ama hiçte yaşını göstermiyor. Bunun sırrını sorduğumda hayata hep pozitif baktığını ve doğal ürünlerle beslendiğini söylüyor. Yüzleri daima gülen bu aile benim de yüzümü güldürüyor. Mehmet amcadan aldığım pozitif enerjiyle Çaycuma'ya giriş yapıyorum.

AYŞE TEYZE YOLCULUĞUMUN BİR ÖZETİ GİBİYDİ

Zonguldak'ın şirin bir ilçesi olan Çaycuma'nın insanları da çok şirin ve cana yakın. Yolda karşılaştığım trafik polislerinden çadır kurabileceğim güvenli bir yer soruyorum. Onlar da dışarıda kalmamın güvenli olmayacağını söyleyerek beni belediye çay bahçesine götürüyorlar. Çay bahçesinin sorumlusu olan Sadık bey beni boş olan bir öğrenci evine götürüyor. Okul sezonunda öğrencilere kiraya verilen bu evler yazın tatil amaçlı gelen kişilere gündelik kiraya veriliyormuş. Param olmadığı için benden para istemiyorlar tabii. Geceyi öğrenci evinde tek başıma geçirdikten sonra sabah erken uyanıp kahvaltı yapabileceğim bir yer arıyorum. Çarşıda gezerken bir simitçi dükkânının önünde bana gülümseyerek bakan bir teyze görüyorum. Galiba aradığım yer burası diyerek duruyorum simitçi dükkânın önünde ve teyzecim merhaba diyerek selam veriyorum. Başta beni turist sanan teyze aaaaaa sen turist değil misin diyerek yerinden kalkıp yanaklarımdan öpüyor ve oturduğu masaya buyur ediyor. Simitçi Ayşe teyzenin bu ilgisi beni o kadar mutlu ediyor ki sevinçten havalara uçuyorum. Karnın aç mı yavrum dur sana yiyecek bir şeyler getireyim diyerek sorduğu soruya cevap vermeme bile fırsat vermeden içeri girip bana poğaça ve taze patates kızartması getiriyor. Teyzem bir güzel karnımı doyurduktan sonra mataramda ısınan suları da değiştirip beni yolcu ediyor. Gerçek bir Anadolu kadını olan Ayşe teyzenin bu karşılıksız şevkat gösterisi hayatın ve mutluluğun anlamının bir özeti gibiydi. Mutluluktan ağzım kulaklarıma varıyor, aradığım o paha biçilemez şeyi bulmanın sevinciyle oradan ayrılarak Bartın'a pedal basmaya devam ediyorum...İkinci haftanın sonunda toplam 673 km yol yapmışım ve 76 olan kilom 75'e düşüyor.

YOL HİKAYELERİ - 3 VE 4. BÖLÜM


BİLİNMEZLİKLERLE DOLU BİR YOLCULUK

Yolculuğumun üçüncü ve dördüncü haftası çok hareketli geçiyor. Her konuda bana yardımcı olmaya çalışan insanlarla karşılaştığım gibi bir lokma ekmek vermeyen insanlarla da karşılaşıyorum. Bazen tıka basa karnım doyuyor, bazen de gün boyunca yemek yemediğim anlar oluyor. Kötü yollar, dik rampalar, uçurumlar, sıcak hava, eriyen asfalt, soğuk insanlar, açlık ve yaşadığım ilk yaralanmalı bisiklet kazası… Tabii, kendimi en kötü senaryolara hazırladığım için ufak tefek! olumsuzlukların moral ve motivasyonumu bozmasına izin vermiyorum ve yolda karşılaştığım iyi insanların gösterdikleri sıcak ilgi bana en büyük teselli kaynağı oluyor…Bu öyle bir yolculuk ki; her an karşıma ne çıkacağını, hangi öğünde ne yiyeceğimi, gece nerede konaklayacağımı, karşıma nasıl insanlar çıkacağını ve neler yaşayacağımı bilmiyorum… Bilinmezliklerle dolu bir yolculukta bazen paranın satın alamayacağı şeyleri arıyorum bazen insanları tanımaya çalışıyorum bazen de hayatın ve mutluluğun gerçek anlamını arıyorum. Her şeyden önemlisi bu yolculuk; kendi rızamla ve kimseye bağlı kalmadan kendi içime yaptığım bir yolculuktur. Ya o derinliklerde kaybolup gideceğim ya da aradığımı bulacağım…

VELİ ABİ BENİ EVLENDİRMEYE ÇALIŞIYOR

Çaycuma’dan Bartın’a bisikletle gitmek çok kolay. Sadece iki rampası olan bu düz yolda pedal çevirmek büyük bir haz veriyor. Çevredeki köylülerin yol kenarlarına kurdukları taze sebze meyve tezgahları ise neredeyse her yüz metrede bir karşıma çıkıyor. İşte bu tezgahlardan birinde Veli abi ve Telkadun teyzeyle tanışıyorum. Veli abi tezgahın sahibi, Telkadun teyze ise onun köylüsü. Aralarında uzakta olsa bir akrabalıkları varmış. İkisi de çok hızlı konuşuyor, bazen ne dediklerini anlamakta güçlük çeksem de yine anlaşabiliyoruz. Bir taraftan bana ikram ettikleri meyveleri yiyoruz bir taraftan sohbet ediyoruz. Bir anda Veli abi Telkadun teyzeye dönerek;- Yahu senin o kadar kızın var gel onlardan birini Hasan’a verek. Bak efendi bir çocuğa da benzii, kısmet ayağına kadar gelmiş bulamazsın böyle damadı.- Neyy! benim kızlar onu beğenmez ki. Yüzüne bi bakıver hele sakaldan görünmi. Böle damat mı olu?- Kesiverir sakallarını nolcek sanki. Hasan kescen mi sakallarını?- Telkadun teyze bana kızını vercek de ben kesmez miyim bu sakalları ağda bile yaptırırım bi daha hiç çıkmaz vallaha. Sabahtan akşama tarlada çalışır, çapa bile yaparım. Bisikletimi de satar başlık parası diye Telkadun teyzeye veririm.- Duydun mu Telkadun, kescek sakallarını tarlada bile çalışır. De hadi ver kızını.- Olmaaazzz sakallı damat olmaaazz- Kescek ya sakallarını ne inat ediyon?- Olmaaazz sakallı damat olmaaazzzNe yaparsak yapalım Telkadun teyzeyi ikna edemeyeceğimizi anlayınca ısrarımızdan vazgeçiyoruz. Telkadun teyze kızını sakallı birine vermekten ben de sakallarımı kesmekten kurtuluyorum. Ama Veli abi pes etmiyor ille de seni everecem diyor. Tezgaha başka bir araba daha yaklaşıyor. Allah’tan arabada Veli abinin tanıdığı kimse yok. Bir fırsatını bulup Telkadun teyze ve Veli abiyle vedalaşarak Bartın’a doğru pedal çevirmeye devam ediyorum…

TÜRKİYE'DE BUKALEMUNUN NE İŞİ VAR

Motorlu araçlar nasıl benzinle çalışıyorsa ben de günde en az beş litre su içerek bisikletimin pedallarını çeviriyorum. Yol kenarlarında gördüğüm çeşmeler benim benzin istasyonum gibiler. Çok ilginçtir o kadar su içmeme rağmen tuvalete hiç gitmiyorum, bütün içtiklerim ter olarak vücudumdan dışarı atıyor ve bazen öyle çok terliyorum ki elbiselerim sırılsıklam olup vücuduma yapışıyor. Bartın’a doğru yol alırken karşıma çıkan ilk rampayı aştıktan sonra yol kenarında gördüğüm bir çeşmeye yanaşarak mataramda ısınan suyu değiştirmek istiyorum. Tam çeşmeye yöneliyorum ki ayaklarımın arasından hızla bir şey kaçıyor. Çeşmeden beş metre uzağa gidip arkasını dönerek bana bakan sürüngeni önce yılan sanıyorum. Biraz daha yaklaştığımda hem bukalemuna hem de kertenkeleye benzetiyorum. Ama Türkiye’de bukalemunun ne işi var diyerek en son kertenkele olduğuna karar veriyorum. O uzaktan bana bakmaya devam edince ben de fotoğraf makinamı getirip birkaç kare fotoğrafını çekiyorum. Ardından çeşmeden su içip mataramdaki suyu da değiştirdikten sonra yola devam edip Nihayet Bartın’a varıyorum.

BARTIN'DA KANDİL TATLISI ALMAK İÇİN SIRAYA GİRİYORUM

Bartın’da ilk olarak şehir merkezine uğruyorum. Her tarafı kaldırım taşlarıyla döşeli olan çarşısı trafiğe kapalı olduğu için bisikletle dolaşmak daha kolay oluyor. Eski belediyenin önünde toplanan kalabalığı görünce ben de merak edip kalabalığın arasına dalıyorum. Meğer bugün Berat Kandiliymiş ve toplanan kalabalığa belediye başkanı Cemal Akın tatlı dağıtılıyormuş. Ben de sıraya girip dağıtılan tatlılardan almak istiyorum. Her halimden yabancı olduğum belli olduğu için Belediye başkanı Cemal Akın beni yanına çağırarak kim olduğumu soruyor. Başkana kim olduğumu ve neden gezdiğimi anlatınca o da; ‘’bu gece seni ben misafir etmek istiyorum’’ diyor ve yanındakilere dönerek ‘’misafirimize bu gece konaklaması için bir yer ayarlayın’’ diye talimat veriyor. Kendi kendime ‘’Ulan yine dört ayak üstüne düştüm. Karnım doyacak, sıcak suyla duş alıp elbiselerimi yıkayabileceğim. Ohh! gel keyfim gel.’’ diyerek benim için ayarladıkları otele gidiyorum.

AMASRA'YA VARABİLMEK İÇİN EVEREST'İ BİLE TIRMANIRIM

Ertesi gün Bartın’da dolaşıp fotoğraflar çektikten sonra Bartın’ın ilçesi olmasına rağmen Bartın’dan daha ünlü olan Amasra’ya doğru yola çıkıyorum. Amasra’ya varabilmek için öncelikle dağları ve tepeleri aşmak lazım. Karadeniz’de mavi ve yeşilin içe içe olduğu, muhteşem manzaraları olan, balığı ve salatasıyla ün yapan bu küçük kasabaya gitmek için değil dağları ve tepeleri, Everest’i bile tırmanırım. Bu düşünceyle pedallara var gücümle asılarak o zorlu yolları aşıp, Amasra’yı bütün ihtişamıyla ayaklarımın altında göreceğim bir zirveye ulaşıyorum. Bir süre zirvede dinlenerek Amasra’nın o güzel manzarasını izledikten sonra kendimi rüzgarın kollarına bırakarak aşağı doğru inişe geçiyorum. Yollar o kadar rampalı ve virajlı ki bu yolları tekrar nasıl tırmanacağımı düşünerek hevesimi kaçırmak istemiyorum…

AMASRA'DA BENİ BARIŞ AKARSU KARŞILIYOR

Bu şirin ilçeye girer girmez her dükkanda asılı olan Barış Akarsu posterleriyle karşılaşıyorum. Biraz daha ilerleyip Kültür Park’a geldiğimde ise Prof. Tankut Öktem tarafından yapılan elinde gitar saçları savrulmuş bir Barış Akarsu heykeli görüyorum. Sokaklar tatil amaçlı gelen insanlarla kalabalık, mendirek sayesinde çarşaf gibi olan denizi ise tıklım tıklım dolu. Doğa ve tarihin iç içe olduğundan bahsedilir ya işte o bahsedilen yer tam da Amasra’dır. İnsanları da o kadar sıcak ve iyi ki, kime ne sorarsam hemen işini gücünü bırakıp yardımcı olmaya çalışıyor. Kalacak yer sorunumu halletmem için ise beni sahildeki Onaon Cafe’nin işletmecisi Mehmet Özkara’ya yönlendiriyorlar. Ben de biran önce çadırımı kurup terden ıslanan elbiselerimi değiştirmek için Onaon Cafe’ye gidip Mehmet Özkara’ya meramımı anlatıyorum. Mehmet abi cafe’nin denize bakan tarafında çadır kuracağım bir yer gösterdikten sonra soğuk bir soda! ısmarlıyor. İçtiğim o soğuk soda! bütün hararetimi alıp götürüyor...

BENİ UZAKTAN İZLEYEN YABANCI! VE ONAON CAFE

Çadır kurmak ilk günler çok fazla vaktimi alıyordu ama daha sonraki günler elim de alışınca en fazla 10 dakikada çadır kurma işini bitiriyorum. Ben çadırla uğraşırken bana çok da fazla uzak olmayan bir masadan beni izleyen bir amcaya gözüm ilişiyor. Bu amca aslında pek de yabacı gibi durmuyor. Allah Allah! Nereden tanıyorum bu adamı diye düşünürken bana seslenerek;- Delikanlı hoş geldin kolay gelsin.- Hoş bulduk amca teşekkür ederim.- Yardıma ihtiyacın var mı, geleyim mi?- Çok sağ olun, bitmek üzere son çiviyi çakıyorum.- Peki, bitir işini de gel bir şeyler içelim.Çadır kurma işini bitirip üzerimi değiştirdikten sonra bana seslenen amcanın masasına gidiyorum. O anda Mehmet abi de gelerek; ‘’bak! Hasan, seni Barış Akarsu’nun babası Selahattin amcayla tanıştırayım’’ diyerek bizi tanıştırıyor. Barış’ın ismini bir kez daha duyunca ve o anda babasıyla da tanışınca tüylerim diken diken oluyor. Selahattin amca Barış’tan her bahsedişinde gözleri doluyor ve oğlunun yokluğuna ne o ne de Amasralıların alışamadığını duygulu sözlerle ifade ediyor... Biz Selahattin amcayla sohbet ederken yanımıza Onaon Cafe’nin diğer çalışanlarından Umut ve Cafe’nin müdavimlerinden Işıkaltın Otelinin sahibi Tamer de geliyor. Akşam yemeği için Tamer beni kendi oteline davet ederken Selahattin amca’da, ‘’yarın akşam Akkonak köyüne gel seni barışın kulübesinde misafir edeyim’’ diyor. Tanıştığım bu güzel insanların ilgisi beni mutlu ediyor. Selahattin amcaya yarın onların misafiri olacağıma dair söz veriyorum ve Akşam yemeği için Işıkaltın oteline gidiyorum.

BU SALATANIN TARİFİNİ SADECE BİRKAÇ KİŞİ BİLİYOR

Amasra denince ilk akla gelen şeylerden biri de Amasra Salatasıdır. Bu salatanın içerisinde 22 çeşit sebze bulunuyor. Salatanın Amasra’ya özgü olmasının sebebi de bölgede yetişen garnitürlerin günlük toplanarak sofraya gelmesidir. Ayrıca bu salatanın tam tarifini ise sadece birkaç kişinin bildiği söyleniyor. Akşam yemeği için Tamer’in yanına gittiğimde bana Amasra Salatası, çupra ve soda! ikram ediyor. Yediğim salata gerçekten de anlatıldığı kadar varmış. Eğer yolunuz Amasra’ya düşerse bu salatanın tadına bakmayı unutmayın. Amasra’da bir gün kalmayı planlıyordum ama oranın güzelliği, Mehmet abi ve çalışanlarının sıcak ilgisi ve ikinci haftamın yazısını yetiştirememem bir gün daha kalmama neden oluyor…

NÜKLEER SANTRALLERE HAYIR!

Karadeniz sahil şeridi boyunca tanıştığım insanların çoğunun en çok şikayetçi olduğu konu bölgeye nükleer santrallerin kurulacak olmasıydı. Ereğli’den Zonguldak, Bartın ve Amasra’ya gelene kadar herkesin nükleer santrallere karşı sesini yükseltmeye çalıştıklarına şahit oldum. Ama en yüksek ses Ereğli ve Amasra’dan geliyordu. Kiminle konuşsam ‘’bölgemizde santral kurulmasını istemiyoruz’’ diyordu ve herkesin bu konuda duyarlı olması için bildiriler dağıtılıp, imzalar toplanarak mitingler yapılıyordu. Çünkü bölgede kurulacak olan nükleer santraller çevreye, doğaya ve insan sağlığına geri dönüşü olmayan kalıcı zararlar veriyor…

AMASRA'DAN AYRILAMIYORUM

Amasra diyorum başkada bir şey demiyorum. Resmen aşık oluyorum oraya ve insanlarına. O yokuşu tırmanıp Amasra’dan çıkmak deveye hendek atlatmak gibi geliyor. Gitmek istemiyorum ondandır belki. Oysa ne yokuşlar ne tepeler çıkmıştım ama hiçbirisi bu yokuşu çıkmak gibi zor gelmemişti bana. Daha yolun yarısında nefesim kesiliyor gidemiyorum artık. Arkamdan gelen bir pikap korna çalarak yanımda duruyor. Pikaptan inen üç kişi yardım edip bisikletimi pikap’ın arkasına atıyorlar anca öyle çıkabiliyorum güzelim Amasra’dan…

BARIŞ AKARSU'NUN KULÜBESİNDE BİR GECE KALIYORUM

Selahattin amcaya söz vermiştim, Akkonak köyüne gidip Barış Akarsu’nun kulübesinde kalacaktım. Sanki arkamdan kovalayan varmış gibi hiçbir yerde mola vermeden Barış’ın evine kadar yükleniyorum pedallara. Bazen öyle sert basıyorum ki, pedallardan kapı gıcırtısı gibi sesler geliyor. Daha önce de bu sesleri duyduğum için bisiklette sorun var mı diye hiç telaşlanmıyorum. Yüküm ağır, yollar şatafatlı, ben dalgın ve yorgun nihayet köye varıyorum. Selahattin amca beni köyün girişinde karşılıyor. Zaten ev köye girdiğimde karşıma çıkan soldaki ilk ev. Bu evde Barış Akarsu’nun yaşadığı daha bahçeye girer girmez anlaşılıyor. Kapıda Barış Akarsu’nun fotoğrafı altında da ‘’Barış Bahçesi Hoşgeldiniz’’ yazıyor. Bahçeyi yürüyüp kamelyaya doğru giderken saçları uzun, gözleri ve bıyıkları da tıpkı Barışa benzeyen bir genç dikkatimi çekiyor. Bu kişi Barış’ın kardeşidir demek istiyorum ama Barış’ın bir kardeşi olmadığını biliyorum. Selahattin amcaya bu genç kim diye sorduğumda; ‘’arkadaşıyla Rize’den otostop yaparak gelen bir Barışsever’’ diyor. Neyse, kamelyaya geçip Barışın annesi Hatice anne ve Rize’den otostopla gelen Barışsever gençlerle de tanışıyorum. Hatice anne bana sarılıp ‘’hoş geldin yavrum’’ diyerek yemek masasına oturtuyor ve yeni pişirdikleri mangal ve sıcak yemeklerle karnımı doyuruyor. Ardından meyvelerimizi yiyerek gece geç saatlere kadar sohbet ediyoruz. Bu öyle bir ev ki; çiçeklerinden kedisine, merdivenlerine ağaçlarına ve odasına kadar her tarafta Barıştan kalan bir şeylere rastlamak mümkün. Hatice anne de tıpkı Selahattin amca gibi barışı anlatırken yüreğindeki evlat acısı gözlerinden akan yaşlara karışıyor… Artık yatma vakti geldiğinde Rize’den gelen gençler Hasan ve Mustafa’yla birlikte Barış’ın o meşhur kulübesine giriyoruz. Kulübeden içeri girerken tüylerim diken diken oluyor. Bir zamanlar Barış Akarsu’nun mışıl mışıl uyuduğu ve en güzel zamanlarını geçirdiği kulübesinde bu gece ben uyuyorum…Sabah uyandığımda Hatice anneyi ve Barışsever gençleri göremiyorum. Onlar erkenden uyanıp Barış’ın Amasra’da olan mezarına gitmişler. Ben de Selahattin amcayla kahvaltı yaptıktan sonra onunla vedalaşıp tekne yapımıyla ünlü olan Tekkeönü köyüne doğru yol alıyorum.

TEKNE YAPIMIYLA ÜNLÜ OLAN TEKNEÖNÜ KÖYÜ

Karadeniz’de dağlar kıyıya paralel uzandığı için yollar hep dar, virajlı ve inişli çıkışlıdır. Yolculuğumun en zor parkuru da işte burada başlıyor. Yukarı çık, aşağı in, sağa dön, sola dön, bir de hava sıcak olunca düz yolda bir saatte gideceğim yollar en az dört saate çıkıyor… Tekkeönü köyüne de Akşam geç saatlerde ulaşıyorum. İlk işim köy meydanına gidip muhtarı aramak oluyor. Köylüler muhtarı bu saatte ancak meyhanede bulabileceğimi söylüyorlar. Ben de köy meyhanesine gidip muhtarı buluyorum ve ondan kalacak yer göstermesini istiyorum. Davut muhtar, önce ekmek arası köfte ısmarlayarak karnımı doyuruyor ardından yazıhane olarak kullandığı yere beni götürüp uyuyacağım kanepeyi göstererek yanımdan ayrılıyor. Bir kaç saat sonra yazıhanenin önünde duran bir araçtan üç kişi inerek bana doğru geliyor. O anda biraz tedirgin oluyorum ama yaklaşan kişilerin yüzlerini ışıkta biraz daha net görünce zararsız kişiler olduklarını hissediyorum. Gelen kişilerden biri muhtarın oğlu diğerleri de onun arkadaşları. Her gece sahilde masa kurup mum ışığı altında kahvaltılık bir şeyler yiyorlarmış. Muhtar, oğluna benden bahsedince onlar da beni o romantik! ortamlarına davet etmek için gelmişler. Birlikte sahile inip mum ışığı altında ve dalga sesleri eşliğinde gece kahvaltısı yapıyoruz…Sabah yazıhanenin perdesiz camından yüzümü ısıtan güneşle uyanıyorum. Eşyalarımı toparlayıp bisikletimi de hazırlayarak çekim yapacağım atölyelere gidiyorum. Kimi atölyelerde küçük balıkçı tekneleri yapılırken kimilerinde ise milyon dolarlık yatlar yapılıyor. Sahil şeridi boyunca köydeki bütün tekne atölyelerinde çekim yaptıktan sonra artık Kastamonu sınırlarına doğru yola çıkıyorum…

YOLCULUĞUMUN İLK YARALANMALI KAZASI

Bu hafta başıma gelen bütün olumsuzluklar Kastamonu sınırlarından içeri girmemden itibaren başlıyor. Zaten tırmanması zor olan rampalar o kadar dik ki, inişi de en az çıkışı kadar yorucu. Çoğu zaman tırmanışlarda bisikletten inip yürüyerek çıkıyorum. İnişlerde ise hem arka hem de ön frenleri tuta tuta iniyorum. Eğer fren tutmadan inersem bir dakikada saatteki hızım 70 kilometreyi bulur ve bu hızla karşıma çıkan ilk çakıl taşı benim dengemi kaybedip uçurumdan denize düşmeme neden olur. Kavurucu güneşin altında eriyen asfaltın kayganlaşması ise bütün sürücülerin korkulu rüyası gibi. Maalesef benim de korktuğum başıma geliyor ve fren tutarak rampadan aşağı indiğim esnada kayganlaşan asfaltın gazabına uğruyorum. Bir anda ne olduğunu bile anlamadan takla atarak yolun tam ortasına çörekleniyorum. Bacağımda ve kalçamda öyle ağır bir sızı hissediyorum ki ayağa bile kalkamadan en az üç dakika yolun ortasında öylece kala kalıyorum. Biraz sonra yoldan geçen bir araç beni yolun ortasında yatıyor vaziyette görünce hemen kenara çekip koşarak yanıma geliyor. Onun da yardımıyla yerden kalkıp yol kenarına geçiyorum ve vücudumda ciddi bir yara var mı diye kontrol ediyorum. Şükürler olsun ki bacağımda ve kalçamda oluşan birkaç morarmadan başka ne kırık ne de çıkık var. Bana yardım eden kişi bisikletimi de yol kenarına çektikten sonra istersem beni hastaneye götüreceğini söylüyor ama kendimi iyi hissediyorum diyerek kabul etmiyorum. Bir süre yol kenarında oturup dinlendikten sonra bisikletimde hasar var mı diye kontrol ediyorum. Gidon ve selenin yamulması ve frenlerin bozulmasından başka bir hasarın olmaması beni sevindiriyor. Hemen hasarları tamir edip karşıma çıkacak ilk eve gitmek için bisikletime biniyorum. Sol bacağımdaki ağrıdan dolayı pedal basamasam da yokuş aşağı inmem işimi biraz kolaylaştırıyor ve iki km sonra karşıma çıkan ilk eve giderek buz istiyorum. plastik bir bardak içerisinde bana verilen buzu bacağımda oluşan yaralara koyarak daha fazla şişmesini önlüyorum. Yaklaşık yarım saat dinlendikten sonra Kastamonu’nun Cide ilçesine varmak için yola devam ediyorum.

YARALAR İÇİN BUZ TEDAVİSİ

Cide’ye vardığım gibi belediye başkanı Nejdet Demir’i arayarak yolda kaza yaptığımı ve bir gün burada dinlenmem gerektiğini söylüyorum. O da Kastamonu Üniversitesi’nin uygulama otelini arayarak bana yer ayırttırıyor. Hiç vakit kaybetmeden otele gidip yaralarımın şişmesini önlemek için resepsiyondan buz istiyorum. Belli aralıklarla morlukların üzerine koyduğum buzlar beni biraz rahatlatıyor. Elbiselerimi yıkayıp sıcak bir duş aldıktan sonra üzerimdeki yorgunluğun etkisiyle de derin bir uykuya dalıyorum. Sabah kahvaltısını otelde yaparak Cide’yi gezmek için bisikletime biniyorum. Bisikletime biniyorum ama bacağımdaki ağrılar pedal basmamda beni çok fazla zorluyor. Bu halde uzun yol gidemeyeceğimi anlıyorum ama bisikletin üzerinde yük olmadan şehirde gezebilirim…


TURİSTSEN GEL, DEĞİLSEN GİT

Cide, Kastamonu’nun küçük bir ilçesidir. Rıfat Ilgaz’ın doğduğu yer olan bu ilçe, Karadeniz’in en uzun plajına sahip. (13 km) Hafta sonu olduğundan dolayı ilçe merkezinde çok da fazla insan göremiyorum. Dükkanların çoğu kapalı. Açık olanlar da tabir yerindeyse sinek avlıyor. Sahile indiğimde ise tatilcilerle birlikte ilçede yaşayan bütün insanların hınca hınç plajı doldurduğunu görüyorum. Her yerde olduğu gibi burada da herkes bana hello hello diye selam veriyor ben ise selamün aleyküm diye cevap veriyorum. Benim turist olmadığımı anladıkları anda yüz ifadeleri birden değişiyor ve bu defa somurtmaya başlıyorlar. Sahilde çadır kuran bir grup adam yine hello hello gel gel diye beni çağırınca yanlarına gidiyorum.- Selamün aleyküm!- Aleyküm seleam, turist değil misin?- Hayır, yerli turistim.- Hmm!- Oturabilir miyim?- (uzak bir yeri işaret ederek) yok, git orada otur.Neden böyle bir tepki verdiklerine anlam veremiyorum. Sanki turist olsam bildikleri üş beş ingizilce kelimeyle beni anlamaya mı çalışacaklar ya da ne kadar misafirperver olduklarını göstermek için kendilerini mi kandıracaklar? Gösterdikleri o uzak yere oturmadan, arkamı dönüp yanlarından ayrılıyorum. Ne tesadüfse artık kiminle konuşsam soğuk bir ifadesiyle bana cevap veriyorlar. Onların bu soğukluğu yiyecek bir şeyler isteme cesaretimi de kırıyor ve otele dönüyorum. Otelde sabah kahvaltısı haricinde diğer öğünlerde yemek çıkmadığı için otel müdürünün ikram ettiği tostla açlığımı yatıştırıyorum. Bacağımdaki ağrılardan dolayı Cide’de bir gece daha kalıyorum ve ertesi sabah otelde kahvaltı yaptıktan sonra Kastamonu’nun Doğanyurt ilçesine doğru yola çıkıyorum.Cide’den çıkmadan önce mataramda ısınan suyu değiştirmek için utana sıkıla mahalle arasındaki varoş bir eve uğruyorum. Kapıda çay içen aileden su istediğim de dünkü karşılaştığım tepkilerin aksine çok sıcak karşılıyorlar. Mataramdaki suyu değiştirip üstüne de bir bardak çay ikram ediyorlar. Çayımı içip suyumu da aldıktan sonra Cide’ye 70 km mesafede olan Doğanyurt’a pedal basıyorum.

AÇLIKTAN BAYILMAK ÜZEREYKEN GÖZLERİMİ CAMİDE AÇIYORUM

Yollar o kadar zor ki, İstanbul’dan geldiğimden beri hiç bu kadar zorunu görmedim diyebilirim. En kötüsü karşıma ne bir ev ne de bir köy çıkıyor. Dünden beri adamakıllı yemek yemedim. Kurt gibi acıkmışım, su ihtiyacımı ise yol kenarlarında gördüğüm çeşmelerden karşılıyorum. Sıcak havanın etkisiyle gücümü git gide kaybetmeye başlayınca mola sayılarım da artıyor. Arada bir çantamdaki kuru üzümlerle açlığımı gidermeye çalışıyorum ama nafile. Kendimi biraz daha zorlayıp Denizkonak köyüne ulaştığımda karşıma çıkan ilk eve giderek bahçede oturan kadınlardan yiyecek ekmek istiyorum. Kadınlardan biri misafir olduğunu diğerleri ise evde yiyecek olmadığını söylediğinde çaresizce oradan ayrılıp yoluma devam ediyorum. Artık başımın döndüğünü hissediyorum. Henüz köyden çıkmadan bir anda bisikletimin beni köy camisine götürdüğünü fark ediyorum. ‘’Allah Allah! Ulan köy camisinde yemeğin ne işi var ya da ben öldüm de haberim mi yok’’ diyorum kendi kendime. Caminin önünde durup yarı aralık olan kapıdan kafamı içeri sokuyorum. Karşılaştığım manzara beni hayretler içinde bırakıyor. Çünkü içerde oturan bir grup kadının yemek yediğini görüyorum. ‘’Galiba açlıktan serap görmeye başladım.’’ Hemen kapıyı kapatıp yanlış yere mi geldim diye etrafa bakınıyorum. Hayır, yanlış yerde değilim ve geldiğim yer gerçekten de bir cami. Tekrar kafamı içeri sokup baktığımda manzaranın değişmediğini görünce kısık bir sesle; ‘’yoldan geliyorum, karnım çok aç, yiyecek bir şeyiniz var mı?’’ diye sesleniyorum. İçerden; ‘’Yiyecek çok şey var. Gel otur sana yemek hazırlayalım’’ diye bir ses geliyor. Başımı önüme eğip giriyorum içeri ve bir köşede oturuyorum. Biraz sonra önüme kavurma, etli nohut, taze fasulye ve bir bardak fanta koyuyorlar. O kadar acıkmışım ki hepsini bir çırpıda silip süpürüyorum. Camide karşılaştığım bu ziyafetin hala gerçek olup olmadığını da düşünmeden edemiyorum ve bu işin kerametini beni doyuran kadınlara soruyorum. Meğer bunlar her yıl ölenleri için mevlit okutup yemek dağıtıyorlarmış. O yemeklerde kısmetim olduğu için benim de yolum oraya düşmüş. Allah onlardan ve ölenlerinden razı olsun diyerek bir Fatiha okuyup camiden ayrılıyorum…Denizkonak köyünden sonra geçtiğim ilk köy Uğurlu köyü oluyor. O köyde de bana gazoz, çay ve su ikram ediyorlar. İki gün boyunca açlıktan zil çalan midem artık tıka basa dolu bir vaziyette Kastamonu’nun Doğanyurt ilçesine varıyorum…

BİSİKLETİMİ ZODİAC BOTLA GEZDİRDİM

Doğanyurt’ta belediye çay bahçesine gidip çadırımı kuruyorum. Orada 5 yıl üst üste off road şampiyonu olan Kenan Çarpışantürk ile tanışıyorum. Kenan abi, eşi ve çocuklarıyla 20 yıldır Doğanyurt’a gelip tatil yapıyormuş. Bu yıl da karavanasını, motosikletini ve zodiac botunu alarak buraya tatile gelmiş. Adam 55 yaşında ama hareketliliği ve doğa aşkıyla yirmili yaşlardaki gençlere taş çıkartıyor. Bir gün kaldığım bu ilçede Kenan abi bana unutamayacağım anlar yaşatıyor. Önce motosikletiyle oradaki en yüksek dağa çıkıp buz gibi akan kaynak suyundan içiyoruz ardından bisikletimi zodiac bota bindirip denizde tur atıyoruz. Sanırım tarihte benden başka bisikletini zodiac bota bindirip gezdiren kimse olmamıştır. Düşünsenize ufuktan hızla bir bisiklet yaklaşıyor…

İNEBOLU'DA ÜÇ GÜN KALIYORUM AMA ANLATACAK ÇOK ŞEYİM YOK

Kenan abiyle geçirdiğim o güzel saatlerden sonra Atatürk’ün şeref madalyası verdiği Kastamonu’nun İnebolu ilçesine gidiyorum. İnebolu’nun bir diğer adı ise Yiğit İnebolu’dur. Kurtuluş Savaşı’nda büyük kayıplar vermesine rağmen vatandaşlarının da büyük hizmetler verdiği bu ilçe aynı zamanda Şerife Bacı’nın da doğum yeridir. Küçük ve şirin bir çarşısı vardır ve evlerinin çoğu tarihi ve ahşaptır. Sokakları buram buram tarih kokar, doğası ve denizi insanı kendisine hayran bırakır. Haftalık yazımı yazmak için iki gün kalmayı planladığım İnebolu’da üç gün kalıyorum. Bir gece sahilde çadır kuruyorum diğer iki gece ise İnebolu Kaymakamı Köksal Yılmaz sayesinde öğretmen evinde kalıyorum. Üzülerek şunu da belirtmek isterim ki İnebolu’da kaldığım bu üç gün boyunca çoğu zaman yine aç kalıyorum. Üzülmemin nedeni aç kalmam değil, Kastamonu’nun köylerinde gördüğüm misafirperverliği ve yardımseverliği İnebolu halkından görmememdir. Belki istisnalar beni bulmuştur diyerek bunu da oradaki şanssızlığıma bağlamak istiyorum. İnanır mısınız çarşıdaki beş tane lokantaya gidip ‘’karnım aç, param yok eğer bana yiyecek bir şeyler verirseniz karşılığında bulaşıklarınızı yıkar işlerinizde yardımcı olurum’’ diyorum beşinden de ‘’patron burada yok’’ denilip kapıdan gönderiliyorum. En sonunda bir manav ve yanındaki ekmek fırını bana domates, salatalık, üzüm ve ekmek verip açlığımı gideriyorlar… Karşılaştığım diğer insanlar ise sırf gazeteci olduğum için bana yardımcı olup yiyecek bir şeyler veriyorlar. Her şeye rağmen İnebolu gerçekten paranız olduğu zaman gidilip görülmesi gereken muhteşem bir yer diyorum…Üçüncü ve dördüncü haftanın sonunda toplamda yaptığım yol: 896 km ve 75 olan kilom 74’e düşüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Blogda Ara